Oralet

Şimdi bir bardak oralet koysam masaya, çocukluğumda hemen geçer oturur karşıma…

çay içemeyecek kadar küçüktür O…

gözlerinin içine baksam, başını önüne eğer, bana benzemez utangaçtır O…

ben, şimdi, O’nun büyümüş hali olarak, O’na sorular sorsam, kısık sesli cevaplar verir… bana benzemez küçük harflerle konuşur O…

baksam; sıkıntıdan masanın altında bir ayağı diğerinin üzerine basıyordur belki, bana benzemez sıkılgandır O…

dersler nasıl desem, iyi der sonra ekler hepsi pekiyi… bana benzemez sorsam söyler, sormasam susar O…

Ben, şimdi yeniden O olabilmek için ne kadar çabalarsam çabalayayım, bir daha asla O’nun gibi olamam…

Yolculuğa zirvede başlayıp, yolun sonunu zırvada sona erdirenler etme bizi Ya Rab…

“Tüm renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaz verdiler” diyordu Özdemir Asaf… ben de böyle anladım.

işte bu bizim hikayemiz

Ortaokul dönemi olduğuna göre 13-14 yaşlarındayım.

90’lı yıllar.

İstiklal Caddesi çift yönlü araç trafiğine açık.

Caddenin tam ortalarında bir yerlerde bir ara sokak.

Ara sokakın sonlarına doğru da eski bir bina.

Binada da bir konfeksiyon atölyesi.

Atölye aynı apartmanda oturduğumuz bir abimize ait.

Okullar kapanmış, yaz tatili gelmiş.

Yaz tatilinde sokaklarda sürtmek yerine benim önümdeki alternatif o atölyede çalışmak.

Her sabah Kasımpaşa’dan yola çıkıp; Dolapdere, Ömer Hayyam Yokuşu, Galatasaray, İstiklal Caddesi istikametini yürüyor ve işe gidiyorum.

Niteliksiz elemanım, yaptığım işin adı “Ortacı”…

Ortalarda dolanıyorum.

Yapılması gereken ve nitelik gerektirmeyen ne varsa onu yapıyorum.

Füme diye renk varmış, ipliğini bulamayınca öğreniyorum.

Patlet diye birşey giriyor hayatıma.

Son ütücüyle tanışıyorum, çok eğlenceli bir abi.

Pantolon kemerinin geçirildiği yerin adı köprü imiş, köprülerin iç kısımlarını kesiyorum.

“Patron çıkarmak” yanyana anlamsız iki kelime iken, bir anlama kavuşuyor.

Tüm bunlar iş ile ilgili şeyler olarak olup bitiyor.

Ama asıl hikaye arka planda akıyor…

Hikayenin üç ana kahramanı var.

Tüm bu olup bitenler, bu mekan, bunca kumaş, bunca pantolon, tüm bu buharlı, sesli aksiyonların hepsi o hikayenin alt zemini.

BİR GENÇ KADIN…

Benim gibi niteliksiz dönemsel ortacılar ve daha da önemlisi kalfa olmaya namzet henüz sınırlı nitelikleri olan bir grup “erken büyümüş çocuk”tan sorumlu.

Adı… adı var elbet…

Yaşadığı şeye nispetle biz ona bir takma ad verelim;

Hülya olsun.

Hülya, yani “tatlı düş, hayal”

Bakalım, sonra Hülya olan adı, hayal içeren bu mana neye dönüşecek…

BİR GENÇ ERKEK…

Patrondan sonra gelen, genel sorumlu.

Bu sorumluluk onu her daim ciddi yapıyor.

Herşeyi bilen, her yere koşuşturan ve hep yardımcı.

Ama ciddi.

O’nun da adı var.

Yaşandığı şeye nispetle biz ona da bir takma ad verelim;

Kenan olsun.

Kenan, yani “vaat edilmiş ülke”

Hülya’nın “tatlı düşü”ise kendisine “vaat edilen ülke” olan Kenan…

Kim vaat etmiştir, bu vaat neden vucüd bulumuştur, bu vaat’in miat’ı nedir?

Hiç önemi yok…

Kenan’da bir hayal, Hülya’da bir vaat mevcuttur…

Hayat biraz da budur!

BİR ŞARKI

O da üçüncü kahramanımız.

Ferdi Özbeğen’in söylediği, “İşte bu bizim hikayemiz” diye başlayan o şarkı.

Ben hikayenin ortasından dahil oldum.

Hülya abla yine bir iş öğretirken, Kenan abi tüm ciddiyeti ile geçiyor.

Hülya ablanın gözlerinin hülyalanması, Kenan abi önümüzden geçmeden az önce başlıyor.

Öyle bir rabıta var ki aralarında, biri diğerine doğru yöneldiğinde, diğeri henüz görmeden dahi hissedebiliyor.

Bu duruma denk gelişimin ilkinin bir manası yoktu bende.

Benden başka herkesin fark ettiğininin ben henüz farkına varamıyordum.

İkincisi, ikinci bir tesadüftü.

Üçüncüsü, tesadüfü aşmış ve “bir şey oluyor”un habercisi idi.

Dördüncüsü, o şey olmuş diyordu bana.

Beşincisi, olmuş olan güçlenmiş diyordu.

Altıncı, yedinci, sekizinci ve nihayet artık gün gibi açık ve ortada idi, olmuş olan.

Ben hep hülyaya dalan, vaat edilene bakan tarafından izliyordum bu ilişkiyi.

Bir gün patron ve Kenan abi ellerinde kuru bir sabun ile kumaşa çizgiler atıp kalıp çıkarırken, beni çağırdılar.

Atölyenin o en özel kısmına…

Kumaşların kesildiği, en ufak hatanın ciddi sonuçlar doğuracağı o kısma.

O gün Kenan abi tarafından bu ilişkiyi gözlemleyebildiğim tek gündü.

İşine dikkat kesilmiş bir şekilde, kat kat serilmiş kumaşı, çıkarttıkları kalıba uygun ve akıcı hareketlerle keserken bir ara verdi.

Derin bir nefes aldı, tekrar dikkat kesilip işe dönmeden önce başı öne eğik olduğu halde gözlerini kumaştan kaldırdı…

O esnada kapıdan, Kenan abinin geleceği için kafasında kurduğu hülyaların manzarası geçti; Hülya abla.

Bıyıklarının altından dudaklarında belli belirsiz bir kıvrım oluştu.

Koyu gri kumaş, pantolon olmaya namzet şekilde masanın üzerinde yatarken, birden bire bir hayal tablosuna dönüştü.

Hülya abla belirdi… sıcacık bir yuva belirdi… ne varsa bir genç adamın kafasında duru, pak, güzel onlar belirdi…

Gördüm ve bir tebessüm de ben ettim ama içimden…

Atölyede bir ses sistemi var.

Bu sistem bir araba teybine bağlı.

Hep aynı radyo kanalı açık.

Tahmin edilmesi zor olmayan o radyo kanalı, Kral FM.

Ve o şarkı; İşte bu bizim hikayemiz

“Seni gördüğüm o günden beri

Kalbim perişan gönlüm bir deli

Sana yazdığım beni anlatan aşkımla dolu bu sözlerimi”

Bu şarkı onların şarkısı.

Garip bir şekilde sanki tüm atölye sözleşmiş gibi derin bir sessizliğe bürünüyoruz.

En ufak bir imalı bakış, söz dahi yok ortalıkta.

Hepimiz, onlardan etrafa salınan ruh hali ile sarılmış durumdayız.

Bu şarkı onların birbirlerine seslenişleri sanki…

“İşte bu bizim hikayemiz öyle saf öyle temiz

Kenetlenmiş ayrılamaz kalbimizde ellerimiz”

Anlatılacak pek çok güzel an.

Ama aslolan son.

Bu hikayenin sonu neye bağlanıyor?

Hülya ablanın, “tatlı düş, hayal” olan isminin anlamından payesine ne düştü?

Ortasından dahil olduğum bu hikayenin sonu bir yere bağlanmadan yaz tatilinin bitmiş olmasını dilerdim.

Ama öyle olmadı.

Patron,

Kendi hayatının kalıbını oluşturan yaşanmışlıkları ile

Bu ilişkiyi fark ettiği anda

Bunca güzelliği

Var olduğu halden çıkarıp

Farklı bir kalıba soktu.

Belki de hayatı boyunca yaptığı en kötü kalıpla

Kapladı onları

Ve şöyle dedi;

Burası işyeri böyle şeyler olmaz burada

Ne var ki demişse?

Böyle bir bağ, bir sözle yok mu olur?

İmkanlar ve mümkünler çatıştı…

Karşı çıkmak için dizlerinde derman, ellerinde imkan, hazırlarında işleri yoktu…

Memleketlerine göndermeleri gereken para, bakmaları gereken aileleri vardı…

Patron,

Kendisine emanet edilen genç kadına mı sahip çıktı?

İş verdiği köylüsü olan genç adama hayat dersi mi verdi?

İşyerinde huzuru mu sağladı?

Ne yaptı, neye etki etti?

Hepsi hayatın içinde cevaplarını bulamayan sorular olarak kaldı.

Ama patron öğrendikten sonra şarkının ilk kısmı bitmiş,

O veya bu nedenle ikinci kısmı başlamıştı;

Olmayacak bir dua mıydı bu

Allah’ım bana reva mıydı bu

Yoksa hemen sonu gelecek

Acıyla dolu bir aşk mıydı bu

Hülya ablanın ismi Sükut-u Hayal olmuştu.

Bu ilişkide bu manayı bulmuştu…

….

O yaz,

Hayran bir şekilde

Ve belki de yaşımın gerektirdiğinden daha büyük bir anlayış / kavrayış ile

“Aşk” ile tanışmıştım.

Belki kendim aşık olsam,

Aşk ile ilgili bu kadar derin duygular hissedemezdim.

BİTTİ

Sevgili Leyla

Görüşmeyeli çok oldu. Mecnun adım idi artık mesleğim oldu… İkimizin aşkından geriye kalan ise, senin güzelliğin değil de benim Mecnunlugum oldu…

Birlikte bir gün geçirdi isek, ayrı günlerimiz bini aştı. Bu aşkı efsane kılan yaşanması degil, yaşanamaması oldu. Aslına bakarsan benim de kafam karışık, sana mı aşık oldum yoksa sana yüklediğim anlama mı? Artık ben de karıştırıyorum…

Yani Leyla; ben bu aşkta senden geçtim, senden de ötede olanı seçtim… desem, hatta bu şekilde yemin etsem inan başım ağrımaz…

Ayrıca Leyla, şunu da itiraf edeyim; bir şahsa aşık olup birşeyler hissetmektense, bir hisse aşık olup onu şahsileştirmek cok daha fiyakali imis…

Pardon Leyla, duygularınla oynadim, hem zaten sen benden çok daha iyilerine layıksın …

Öptüm, byee.

her şey ve hiçbir şey

yanmayı ve yakmayı…

nefes almayı ve vermeyi…

gitmeyi ve kalmayı…

soruyu ve cevabı…

başlamayı ve bitmeyi…

evveli ve ahiri…

her şeyi ve hiçbir şeyi…

sahibine bıraktı…

tüm yüklerinden kurtuldu…

var olmanın gerçek bilinci ile henüz yok olmadan tekrar var oldu…

Seksen’inden Sekiz’ine…

80 yaşında bir kadın zor zahmet ilerledi yatağına, örtüyü sıyırdı, yatağa girdi ve gözlerini kapadı…

Birkaç dakika sonra 8 yaşında bir kız çocuğu idi. Kendisine uzaktan bakan babasına özlediğini söylüyordu, babası hiç cevap vermiyordu ve arkasını dönüp gitmeye başladığında, ardından bağırıyor sesini duyuramıyor, koşmak istiyor ama bacaklarını kımıldatamıyordu…

Uykusundan sıçrayarak uyanmayacak kadar yaşlı idi, ancak gözlerini açtı ve uyandı… 80 yaşındaki herkes gibi o da bir vakitler 8 yaşında idi… Annesinin küçük kızı idi saçları taranan, babasının kızı idi mesafeli bir şekilde sevilen…

Uyandığı ilk birkaç dakikada vücudu 80 olsa da rüyasının etkisi ile hisleri hala 8 yaşında idi… Doyasıya kucaklayamadığı / kucaklanamadığı babasını düşündü, içi burkuldu, burnu sızladı, içinden kağıt kesiğinden sızan kan sıcaklığında birşeyler aktı, bunu tam kalbinde hissetti…

80 yaşında bir ihtiyar gibi değil 8 yaşında bir çaresiz bir kız çocuğu gibi ağladı…

Yataktan doğrulamak istedi, sırt ağrıları his dünyasını da 80 yaşına getirdi… Kalksa bomboş evde ne yapacaktı? Kalksa onu bekleyen ne vardı? Hiç!

Anladı ve dedi ki “dünyada hiçbir şey ağır gelmiyor insana hiçlik gibi!”

İç geçirdi, bir ihtiyar gibi…

Donuk bir bakışı vardı tavana, bir ihtiyar gibi…

Ağladı sessizce, bir ihtiyar gibi…

Sıkıca yumdu gözünü, dilinde bir dua; Sekizinde babasında görüp korktuğunu sekseninde kendisine diledi…

İsra Süresi, 23. Ayet: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.”

Gözyaşı ve dua ile…

Oralet

Şimdi bir bardak oralet koysam masaya, çocukluğumda hemen geçer oturur karşıma…

çay içemeyecek kadar küçüktür O… gözlerinin içine baksam, başını önüne eğer, bana benzemez utangaçtır O…

ben, şimdi, O’nun büyümüş hali olarak, O’na sorular sorsam, kısık sesli cevaplar verir… bana benzemez küçük harflerle konuşur O…

baksam; sıkıntıdan masanın altında bir ayağı diğerinin üzerine basıyordur belki, bana benzemez sıkılgandır O…

dersler nasıl desem, iyi der sonra ekler hepsi pekiyi… bana benzemez sorsam söyler, sormasam susar O…

Ben, şimdi yeniden O olabilmek için ne kadar çabalarsam çabalayayım, bir daha asla O’nun gibi olamam.

Yolculuğa zirvede başlayıp, yolun sonunu zırvada sona erdirenler etme bizi Ya Rab…

“Tüm renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaz verdiler” diyordu Özdemir Asaf… ben de böyle anladım.

bir yılbaşı gecesi

okul ve işler yarım gün olurdu.

biz okuldan, annem ve babam işten öğlen gibi gelmiş olurduk.

TRT zamanları öğlenden sonra bir tane Noel Baba’lı film olurdu.

biz onu izlerdik.

annem ve babam alışveriş yapmış olurlardı.

havalar daha sert olurdu, karlı yılbaşları vakıa idi.

soba illa ki yanardı.

ben üniversite gidene kadar evimizde soba vardı.

yemek hazır olunca birlikte sofraya oturulurdu.

genelde tam bir tavuk olurdu, fırına verilmek üzere yada pişmiş geldiği de olurdu.

pişmiş tavuk gelirdi bizim eve.

ben derisini severdim ama tek değildim.

o nedenle dilediğin kadar değil, yeteri kadar yenirdi.

sadece derisi değil, tavuk da.

pilav malum, tavuğun sofradaki en yakın dostu.

yemek yenirken yılbaşı programı başladı.

televizyonda görmeyi arzu ettiğimiz ünlüler vardı.

sadece televizyona çıkarsa görürdük.

youtube, sosyal medya, magazin programları yoktu.

merakla, ilgi ile izlemek için sabırla beklerdik.

beklediğimiz için daha fazla haz alırdık.

beklemek, beklediğimiz şeyin hazzını arttıran birşeydi.

sıkıntıdan bizi delirten birşey değildi.

herşey beklenirdi, herkes beklenirdi…

beklemenin bir manası vardı, bekledikçe erişilen.

evimizde yılda bir kere ve sadece yılbaşında olan şeyler vardı.

mesela çiğköfte…

malzemesi gündüzden alınmış

yeşilliği özenle yıkanmış

salçası, acısı sofra örtüsüne serilmiş

ve illa ki babam tarafından yoğrulmaya başlanmış

çiğköfte…

bence o zamanlar çiğköfte bitişik yazılırdı.

bizi bir örtünün etrafında toplayan,

özenle hazırlanan,

nerede ise birlikte yoğrulan,

bizi bir arada kılan,

birlikte birşey yapmaya vesile olan,

bizi yoğurup bir araya getiren;

çiğköfte…

illa ki birlikte yazılıyordu o zaman…

çiğköfte hazır olunca bir de çay bardağı çıkardı ortaya.

evimizde sadece o gün ortaya çıkan…

yılda sadece bir kere ortaya çıkan o bardağı,

o bardaktaki rakıyı,

o gece kimse yadırgamazdı…

satın alınmış yada geçen seneden kalmış bir tombala, öyle veya böyle ortaya çıkardı en sonunda.

bir göz hep televizyonda.

sabırla beklenmiş şarkıcılarda.

sohbet edilirdi birlikte.

gülünürdü.

eğlenilirdi.

sonra bir misafir olurdu genelde.

dayım.

bize değil de daha ziyade babama gelirdi sanki.

bize yine sabırla beklenmiş çikolata ve gofretler,

misafire de bir çay bardağı…

sohbet devam eder.

gece yarısı dansöz çıkar.

hep birlikte izlenir ve kimse yadırgamazdı.

öyledik.

eve asla içki girmezdi.

ama o gece içilirdi.

yadırgamazdık.

öyleydik.

dansöz kıyafetli bir kadına bakılmazdı.

ama o gece izlenirdi.

yadırgamazdık.

sonra müziği açar hep birlikte oynardık.

göbek atardık.

yadırgamazdık.

sonra

herşey değişti.

herşeyi değiştiren ise tek birşey oldu.

O olmayınca uzun süre,

yılların başı yada sonu olmadı.

sonra

çiğ köfte ayrı yazılmaya başladı…

sonra

çay bardağından sadece çay içildi..

daha da sonra,

gidenin rolü kendi filmimde bana geçince,

çiğ köfteyi ayrı yazıyorsak da,

birlikte yazacağımız bir hikayenin peşine düştük…

çay bardağından sadece çay içiyorsak da,

birlikte içeceğimiz nice güzel şeyin peşinde düştük…

dileğimiz o dur ki;

30 sene sonra ortaya birlikte el uzatılan bir ortak değer, güzellikle anılacak bir hikaye bırakmış olabilelim…

ilk aşk

bence;
insan bir kere aşık olur ve ondan sonra aşık olduğu(nu düşündüğü) herkes de ilk aşkını arar…
“ilk aşk” ise her zaman “ilk kez aşık olduğunuzu zannediğiniz”deki şey değildir…

görmeyen gözlerle bakmak

insanların “istediği şeyleri gören” gözlere sahip olmaları, kör olmalarından çok daha tehlikeli bir durum.

Yani kör ise zaten “ben göremiyorum” diyor ve göremediğini bilip birşeyi tanımlamasına gerekiyorsa dokunuyor, kokluyor, dinliyor vs…
ama sadece istediğini gören için durum o kadar vahim ki, olan içerisinden sadece görmek istediğine bakıp, gördüm sanıyor. iddia ediyor, savuyor, anlatıyor, dinlemiyor…