Sabah uyanman, boş bir tuvali eline almandır…
Kalkman ve güne başlaman, tuvali şövaleye yerleştirmendir…
Gün yenidir ama dün eskimemiştir henüz, sen ise heybende dünden kalan bir mirasla başlarsın güne…
ve o mirasın sabah uyandığında zihninde / gönlünde bıraktığı tat, paletinde bulduğun yağlı boyaların rengidir…
…
O renklerle başlayabilirsin güne, paletindeki renkler bellidir…
Bazen miras kötüdür, kırmızıya siyah eklersin rengin bordo olur, tersinden kalmış der seni gören…
Bazen miras iyidir, kırmızıya beyaz eklersin rengin pembe olur, hayat sana güzel derler…
Ya da her sabah paletini yıkabilecek ve temiz bir başlangıç yapacak kudretin vardır; sarı, mavi, kırmızı, siyah ve beyaz hep paletindedir ve rengini sen seçersin…
…
Tuvale gereceğin bez yapacağın resmin görüntüsü de etkiler ve sen bazen tuvaline çok da uygun olmayan bir bez germek zorunda kalabilirsin, o zaman sana vah ederler…
bezi toz çekecek, resmi kötü olacak derler..
Bezi çektikten sonra resme hazırlaman gerekir ve sen bir kat, iki kat bazen üç kat astar vurursun bezine…
Güzel bir tuval, iyi bir bez, düzgün çekilmiş astar… varsa nimettir yoksa zillettir…
İmkan var da seçemiyorsan beceriksizliktir… imkan yok da hallediyorsan meziyettir…
…
Sonra…
Sonrası nasiptir…
En güzel şekilde hazırlanmış tuvale, tüm renklere ayrı ayrı sahipken, bir rezalet de resmedebilirsin…
En kısıtlı imkanlarla bir şahaser de…
…
Madem ki nasiptir, neden resmetmek önemlidir?
Neden sonuç değerlendirilmelidir?
Niçin sorumluluk altına girilmelidir?
Evet, öyledir…nasip olanı resmetmişsindir…
ama nasibini niyetinle sen tayin etmişsindir….
…
Şimdi yaptığın resme dön ve bir bak;
Herkesin görmesini istediğin bir eserin mi var?
Herkesten gizlemek isteyeceğin bir cesedin mi?
…
“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona ibadet edenleriz” / Bakara Suresi – 138. Ayet
Kategori arşivi: Genel
saçları ağarmış ağaç
hiç ama daha önce hiç görmemiştim, saçları ağarmış bir ağaç…
bahar gelir yeşerirsin, sona erer sararırsın, filiz verirsin, yaprak dökersin ama saç ağartmak da nedir? diye sordum…
ne daha önce saçları ağarmış ağaç görmüştüm, ne de bir ağaça soru sormuştum…
köklerim dedi…
beni hayata daha güçlü bağlayan köklerim…
yayılan, dağılan, beslenmek için uzak menzillere ulaşan köklerim… dedi.
ne daha önce saçları ağarmış ağaç görmüştüm, ne bir ağaca soru sormuştum, ne de bir ağaç bana cevap vermişti…
ben sana saçlarındaki akı sordum, sen bana köklerim diyorsun, dedim.
artık bir ağaca daha evvelden soru sormuş bir kimse idim…
evet dedi, seçlarım ağırdı, ama o saçları ağırtan köklerimin uzandığı yerlerde gördüğüm acılardır, dedi.
bir ağaç ilk kez cevap vermiyordu bana.
mücadele
bir “varlık mücadelesi” olsa idi maksadım, varlığımın anlaşılması için yok olmaya gayret ederdim…
“yokluk davası” olsa idi davam, yokluğumun fark edilmesi için önce var olmaya çabalardım…
yalnızlığın kuyruğundan…
Tutup kuyruğundan yalnızlığın, duvarın ötesine atacaktım. O bir kertenkele gibi bıraktı kuyruğunu, duvarın ötesine ancak kuyruğunu attım da tüm gövdesi yanımda kaldı…
Bir şiir olsam
Bir şiir olsam, anlaşılmak için çabalanan
Bir şiir olsam, noktası virgülü hesaplı
Bir şiir olsam, hece hece düşünülmüş
Bir şiiir olsam, okundukça duygulanılan
Bir şiir olsam, sana yazılsam
Ya da en azından beni şiir gibi okusan…
ihlas & halis / salih & silah
“Salih” bir kişi, “halis” bir duayı, “ihlas” ile ettiğinde, düşmanlarına karşı en büyük “silah”ı edinmiş olur.
Ne garip, Salih, Halis ve İhlas yazılan harflerle Silah da yazılabiliyor.
On Muharrem – Hüznün iman ile buluştuğu tarih
biat isteyen veliaht’a karşı çıkan, kendini doğru yolda “kurban” eden değil savaşarak doğru yolda “şehit” olan evlad-ı Resül’ün şehit edildiği gün…
Şimr, Hz. Hüseyin’in boynunu kesmek için hançeri üç kere Hz. Hüseyin’in boynuna sürer, hançer kesmeyince Hz.Hüseyin “orayı Hz.Peygamber (dedesi) öpmüştür o nedenle kesmez boynumu ancak ensemden kesebilirsin” demiştir ve ancak o şekilde kesilebilmiştir. Peygamber torunudur, Peygamber namaz kılarken sırtına binmiştir, O inene kadar dedesi secdeden kalkmamıştır, kardeşi ile güreş ederken Cebrail’in tarafını tuttuğudur, tayin edilen veliaht’a biat etmeyince katl edilmiştir.
muktedir (iktidar sahibi) olana dünyalık çıkarları için kul – köle – köpek olanlara en büyük derstir, hele ki anlayabilsinler…
sen, sen, sen!
genç idin ya sen, yaş aldın…
erken idin ya sen, geç kaldın…
coşkun idin ya sen, duruldun…
koşar idin ya sen, yoruldun…
konuşur idin ya sen, sus oldun…
ateş saçar idin ya sen, söndün..
muhteris idin ya sen, sukünete erdin…
yaşar idin ya sen, öldün…
ölmeden, ölünüz’ü duydun da kavramadın ya sen, işte şimdi iradi olarak yaşamadığın ölümü, tabii olarak yaşadın sen…
iradi olarak ölmek, nefsinin öldürmek idi de yapamadın ya sen, işte şimdi can bedenden ayrıldı da tabii olarak öldün nefsin ve sen…
şimdi bir vakitler kıymetli olan artık kıymetsiz oldu…
şimdi bir vakitler değer verdiğini ayağının altına dahi almazsın ya sen, işte üzerine aldığın, altında gölgelendiğin, sığındığın, korunduğun, hatta korkuttuğun o kıymetler şimdi hesaba çekileceğin bir bela olarak karabasan gibi bastı da üzerine ne yapsam diye düşünür oldun sen…
sen… sen!, sen! diye kendine seslenen…
bu sona ermeden yola girenlerden, ölmeden ölenlerden, istikametini doğrultanlardan, sıratı müstakim üzere olanlardan olmanı dilerim.
İstemek zor, vermek değil
Sizden istendiğinde vermek zorunuza gidiyorsa o zaman durumu değiştirmeyi bir düşünün.
mesela samimi olarak istenen değil de isteyen makamında olmayı murad eden dualar etmek için kurun cümlelerinizi. bakalım işin ucu nereye varacak?
ne istendi sizden en son? para mı? duanız şuna benzeyebilir; “Allah’ım kimsenin benden para isteyemeyeceği kadar düşkün olayım”
ne istendi sizden? fiziki bir iş için yardım mı? duanız; “Allah’ım kimsenin benden fiziki bir yardım isteyemeyeceği bir hale düşür beni” olmadı di mi? az buçuk makul iseniz olmaz da.
isteniyorsa, zorluk vardır, darlık vardır… hatta mahcubiyet vardır…
istemek zor, vermek değil…
zorluk, darlık yokken de isteyen vardır. buna da aldanıp kandırılalım mı?
şöyle diyordu babası oğluna o kitapta;
“sana da aldatılmak yakışırdı oğlum…”
Bank
gri bir İstanbul sabahında, sahilde boş duran iki bank gibidir bazen hayat…
güneşli havalarda kemiklerini ısıtmak için yüzünü güneşe dönmüş bir çift ihtiyarın oturduğu vakitlerde dinginlikle, geçmişe özlemle, kaybetmeyi bilerek, kayıplara bir daha ulaşamayacağının bilincinde olarak sürülür bazen. işte böyle bir şeydir bazen hayat…
sonrasında o ihtiyarların boşalttığı banklara elindeki kırmızı, mavi, beyaz balonlarla bir çocuk oturur, annesinin babasının sevgi dolu bakışları altında… o zaman hayat dinamiktir, peşinden koşulan rüzgara kapılmış balondur… düşsem dizlerim kanar mı diye düşünülmez, kaçan balona üzülmekten önce kaçan balona yetişmek fikri baskındır… ilk olan, asıl olan isteklerinin peşinden koşmaktır. üzülmek, bir sonraki sevince kadar verilmiş bir aradır ancak. asıl olan, hissedilen, ilk ve evvel olan mutluluğun peşinden koşmaktır. yorulmak ve sonrasında dinlenmek ancak bir “zul”dur. durmak sıkıntı verir, zaman kaybıdır. öyle olduğu bilinmese de hayat hızlı yaşanması gereken bir şeydir. ve öyle de yaşanır… işte böyle bir şeydir bazen hayat…
sonra o iki banka iki yabancı oturur. ilk önce birbirlerinden habersiz iki yabancı… gözler ufuktadır, ileri bakılır… ileri bakılır çünkü yanında bakmaya değer bir şey yoktur ve insanın hayalinde yaşadıkları elini uzattığında dokunabileceği kadar yakınında değil, ancak seçebileceği kadar uzağındadır. ufukta görünen sevgidir, aşktır, bir dosttur, bir omuzdur, bir eldir… ileriye bakan için o an gerekli olan her şeydir. içerisinde bir müzik tınısı vardır. bir yerlerde var olduğu bahsedilen sevgilinin haberini veren bir şarkının sözleri dolanır dudaklarına ve sonra göz ucu, bir başkasının gözlerinin ucuna değer. ufuktaki hayal, ete ve kemiğe bürünmüş yanındaki bankta oturuvermiştir. bir ahu’dur, nehrin kenarına su içmeye inmiş bir ceylanın ürkek adımlarını atmış da gelmiştir. o ince ve narin başını uzatacağı su birikintisinden emin olmayandır. ürkektir, telaşlıdır, heyecanlıdır. elini sallasan rüzgarından uçacağı sanılandır. değil mi ki o da ufka bakmaktadır? değil mi ki o da hayalini sevgiliye dönüştürmek istiyordur? ya da birazdan gelecek olan sevdiğini mi beklemektedir?.. işte böyle bir şeydir bazen hayat…bir ihtimalin ardına gizlediği ümidin peşinden koşturur seni…
hava kararır sonra ve bankın misafirleri değişir. dinginliğiyle ihtiyar, hayat dolu çocuk, hayaline aşık, aşkı ihtimaller ardında hayal olan genç gider ve asıl ev sahibi gelir, elindeki gazete kağıdını üşümeye çare bilen, yetmediği yerde şarabına sarılan o adam, sakalını sıvazlayarak banka oturur. o da ufka bakar. hayaline aşık gencin ihtimaller ardındaki sevdiği kaçıverir ufuktan, ihtiyarların özlediği mazi de ufku terk eder ve artık ufukta görünen bezginlik, nobranlık, hayal kırıklığı, terk edilen ev / eş / iş, kapanan kapılar, tanıdıkların kendisine dönülmüş sırtları, sırtını döndüklerinin sapladığı hançerler, acı, nefret, hırs ve nihayetinde gelen boş vermişlik, umursamazlıktır. akşamın alacasından sabahın ilk ışıklarına kadar nöbeti devralırlar. artık ufuk bakmaya değer bir şey değildir. artık bank güzelliklere açılan pencere değildir. müziğin ritmi değişmiştir. enstrumanlar neşe ile şakımaz, bir hazan mevsiminin hışırtısı vardır ancak sokaklarda… bir tahta sertliği bir demir soğukluğu oluverir bank.
iste böyle bir şeydir bazen hayat…
bir bank hayatı yaşamaz, bir bankta hayat da yaşamaz…
iste böyle bir şeydir hayat…
hayat yaşamaz, hayat’ta yaşanmaz…