İnsanlar iki nokta arasındaki en kısa mesafeyi “doğru” sandı. Hatta bunu bir tane sandı. Sonra bir “doğru”nun aslında “eğri” de olabileceği anlaşıldı. Dünyanın iki kutbunda birer nokta olsa bunları birleştiren en kısa mesafe doğru değil eğri oluyordu mesela ve bunlardan sonsuz tane çizilebiliyordu.
Doğru bildiklerinizden eğri olan, yada sizin eğri sandığınız doğrular var mı acaba? Durup, düşünecek miyiz? Gerçekten “düşünmeye” niyetimiz varsa muhakkak önce “durmamız” gerekiyor.
Yaşantılarımızın sahip olduğu bu hız normal değil. Hızlı olarak güne daha çok şey sığdıramıyoruz, sadece günü daha hızlı yaşayıp daha hızlı geçmesine sebep oluyoruz, olan sadece bu.
Bu statla ilgili hikayeler dinledik abilerimizden. “Sağ – sol kavgası ile sokaklar çalkanırken aynı renklere gönül vermiş bir devrimci ile bir ülkücü atılan gol sonrası birbine sarılıp sonra hemen kime sarıldıklarını fark edip ayrılırlardı..” gibi hikayeler. Benim hikayem bu kadar kitlesel değil, bir baba ile oğlu arasında. Bizi yetiştiren nesil “babanın yanında çocuk sevilmez” düsturu ile büyütülmüş, büyükleri yanında çocuklarını kucağına dahi almayan ve çocukları ile ilişkilerinde de belli bir mesafeyi hep korumuş (tercihen değilse bile görgü icabı) ve nerede ise çocuklarını onlar uyurken öpüp sevmiş bir nesildi. Bu nesilden bir baba ile bu babanın büyük oğlu birbirlerine sevgilerini dile getirmedikleri gibi sevgi temelli temasları sadece el öpmek ve sonrasındaki kucaklaşma ile sınırlamışlardı. Bu kucaklaşma bir sarılmaya meyl etse de ritüelin parçası olup kucaklaşma ile sınırlanmıştı.
Baba pek çok kere yaptığı gibi iki oğlunu alıp maça gitmişti, ki iddia ediyorum bunu söylemiş olmasa da en az maçı izlemek kadar orada çocukları ile birlikte olma fırsatı elde etmekten de memnundu. Beşiktaş İnönü stadı eski açığında maçı izleyen baba etkili bir Beşiktaş atağında öne doğru eğildi, sonra doğruldu, büyük oğlu da aynı heyecanda ayağa kalkmış ve tüm dikkatleri ile pozisyonu takip ederlerken golle birlikte birbirlerine “ancak bir babanın oğluna, bir oğulun babasına sarılabileceği kadar samimi ve içten” sarılmışlardı… küçük çocuk ise maçın başında atılmış konfetiyi (bir rulo şeklindeki ince, uzun ve renkli kağıt adı başka bir şey olabilir) yakalamış halen onu sarmakla meşgulken bu sahneye şahit olunca bunun bir anlamı olduğunu kavramıştı.
Şimdi o stat yıkılacakmış, yerine çok daha moderni yapılacakmış. Daha konforlu olacakmış. Seyirciler daha kolay girecek, daha kolay maç izleyecek, daha kolay çıkacakmış. Tuvaletleri daha temiz olacakmış, ofis gibi de kullanılabilecekmiş. Locaları olacakmış. Bokmuş, püsürmüş…
Olmasın efendim. Her yeri konforlu, lüks, modern hale getirmek zorunda mısınız? Her şeyin ruhunu söküp atıp yerine ruhsuz binalar inşa etmek zorunda mısınız? Ne var o statta da hiçbir zaman 50.000 kişi olmasın. O statın özelliği de temsil ettiği ruh olsun. Güçlendirin, restore edin, tuvaletlerini yenileyin ihtiyaç olan ne ise onu yapın… Ama yıkmayın. Bırakın orası da öyle kalsın.
Bırakın hatıralarımız yaşasın. Bırakın bir çocuk babasının hatırasını 15 günde bir de olsa, gözünü o tribüne, o gün oturduğu yere dikip, sigarasını nerede ise bir nefeste bitirecekmiş gibi çekip anabilsin. Çok mu şey istiyoruz? Hiç mi hakkımız yok?
Son maç 11 Mayıs’ta oynanacakmış. Şaka gibi bir tarih. O gün benim doğum günüm. O adam benim babam, o büyük çocuk benim abim, o hatıra benim hatıram…
Esasen ben tatlı su balığıyım fakat her gün suyuma tuz katıyorlar. Uysallık ve sükunet ile tanımlı göllerden akıntı ve dalgalarla mücadele gerektiren okyanuslara açılmak benim harcım değil. Mesaisi boyunca sürekli “köpek balığı” taklidi yapmak zorunda olan bir süs balığı düşünsenize, yaşanan trajedi bazen komik dahi olabiliyor.
Beni, benden olmayan davranışlara zorlayan herkes bu komedinin senarist kadrosundadır.
Halef ile selef karşı karşıya geldiklerinde (devir törenlerinde) halef, selef’ini incitecek davranışlardan kaçınır. Aslında bunun bu şekilde olmasında “adab-ı muaşeret kurallarına riayet etmek” kadar bir başka sebep daha vardır. En nihayetinde o mevki / makam verilen bir şeydir. Bidayeti (başlangıcı) olan her şeyin bir de nihayeti (bitişi) olduğuna göre bugün halef olan yarın selef de olacaktır.
Şimdi burada durup “Veren”i doğru tanımlayabilirse insan, o mevkii / makamı ne kendisinden ne de kendisi atayandan değil, gerçekte kendisine Veren’den bilir. Bu bilinç bidayeti ve nihayeti yaratanı tanıyınca halef iken sevinmez selef iken üzülmez. Senin değildir, Veren sana layık görmüştür, senin olmayanı sana verip sonra da geri almıştır. Hiç bir basamağında üzüntü yada sevinç yoktur.
Bir mevki / makamın “sana layık görülmesi” bir tarafı ile esasen ödül değildir. Buradaki “layık görülmeyi” olayın kişiye layık görülmesi değil, kişinin bu olay ile sınanmaya layık görülmesi şeklinde dahi okuyabiliriz.
Çalıştığım oto tamirhanesinden hiç ayrılmayacaktım.
şimdi yanımda çalışan çırağa kam mili subapların açılıp kapanmasını nasıl sağlıyor ? sentil kam ile subapın arasına sokup nasıl subap ayarı yapılıyor? avans ayarı neden yapılıyor? tekerlek takılırken bijonlar neden çapraz sıkılıyor? 4 silindirli motorda ateşleme sırası hangi markalarda 1-3-4-2 oluyor? marş motoru, volan dişlisini nasıl çeviriyor? bir araba en rahat nasıl itilebiliyor? benzin nasıl çekiliyor? onu anlatmalı idim.
besmele ile açtığım kepenkleri akşam olunca hamd ederek kapatmalı idim. harcamayı, tüketmeyi, bitirmeyi, daha fazlasını istemeyi / istetmeyi değil tamir etmeyi seçmeli idim.
Yetklili servislerin her arızada değiştirilsin dediği parçaların hepsini tamir etmeli ve tekrar kullanıma döndürmeli idim. yağlı, kirli yerleri ile herkesin girmeyi istemeyeceği o küçük dükkanda, üzerimde mavi tulumlarım ile KAPİTALİZM’e meydan okumalı idim.
Tüketim ekonomisinin “yenisi ile değiştir” emrine “arızasını tamir et ve ekonomik ömrünce kullan” diyerek karşı gelmeli idim.
Ey adına KAPİTALİZM denen kan emici şey, Ey insanların iflağını kurutan, Ey aslanı kediye boğduran, Allah seni mahvetsin, seni mahvederken de beni vesile etsin.
Bazı an’lar vardır, o anları başkaları için yaşamışsınızdır. Sevdiğiniz birisi için onun çok sevdiği bir şeyi yaparsınız ama esasen siz o şeyi hiç sevmiyorsunuzdur. Bu anınızı o kişiye hediye etmişsinizdir mesela.
Bunu fark ettiğimde hemen geri dönüp düşündüm ve fark ettim ki; babam bana bir arada geçirdiğimiz tüm an’larını hediye etmiş. Farkında olmadan gösterdiğim gayret demek ki aldığım bu mirası oğullarıma devretmek için imiş.