Kategori arşivi: Genel

Mutlu olma arzusu, huzurumuzu kaçırıyor…

Mutluluk: Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu Huzur: Dirlik, baş dinçliği, gönül rahatlığı, rahatlık, erinç (bkz. tdk.gov.tr)

“mutlu olmak” modern dünya tarafından bize dayatılıyor. mutlu olmak için daha fazla harcayabilirsin / harcamalısın, daha hırslı olabilirsin / olmalısın, bir başkasındansa önce kendini düşünebilirsin / düşünmelisin, daha çok mutlu olmayı isteyebilirsin / istemelisin, mutlu olmana engel olan şeyi bertaraf edebilirsin / etmelisin, bu bazen bir insan dahi olsa “mutluluğu hak eden sen” her hakka sahip olabilirsin / olmalısın!

“huzur” ise tüm bunları yanında barındırmayacak kadar naif ve saf. bu hali ile modern dünyanının hoşuna giden hiçbir yönü yok. hırs, bencillik, ihtiras, arzu olmayınca modern dünyayı besleyemez, kapitalist düzene hizmet edemezsin. o zaman modern dünya için yüceltilecek olan “huzur” değil “mutlu olmak”tır.

Soru; “siz hangisini tercih ediyorsunuz” değil, “siz hangisi için yaşıyorsunuz?” cevap sözde değil, davranışlarınız işaret ettiği yerdedir…

anılmaya değer zamanlar…

.. her şeyin zamanı vardı ve her şeye zaman vardı… ihtiyacının olmadığı “o şey”i edinmek için enerji harcamadığından, sana ihtiyaç duyanlara yardımcı olmak için yeterli enerjin vardı… o zamanlar hayat “şimdikigibihızlıaravermedensüreklidönüpduranvehepkoşuşturmayıgerektiren” bir şey değildi… bir fotoğraf çekip geçmişten bir anı ölümsüzleştirmek çaba gerektiren bir şeydi, şimdi ki gibi yüzlerce resim arasından basılmaya değer tek kare bulunmaması söz konusu değildi… evet her şey daha yavaştı… 15 dakika içinde atılan mesajlar / telefon görüşmeleri ile tüm arkadaşlarını bir buluşmadan haberdar edemezdiniz, bunun için organizasyon ve emek gerekirdi ve siz bu emeği harcadığınızda sözleştiğiniz herkesle buluşurdunuz “duruma göre bakarız, araşırız zaten” diye bir cevap almazdınız…

o zamanlar, “o zamanlar” denilip anılmaya değer zamanlardı… bana öyle geliyor ki bizim daha hızlı’ya, daha fazla’ya, daha iyi’ye, daha rahat’a şartlayarak büyüttüğümüz nesiller tarafından “bu zamanlar” için aynı şeyler söylenmeyecek…

Yerlisi olmak…

Karşımda Gökırmak var. Irmak boyunca uzanan bir parktayım. Parkta bir çıkma hani evlerdeki cumba gibi ve bu çıkmada bir masa. Bu cumba Gökırmak manzarasının en iyi olduğu yer. Orada bir aile hepsinin sırtı Gökırmak`a yüzü bana dönük. Neden manzaraya sırtları dönük diye merak ediyorum. Bu aile buranın YERLİSİ belli.

Üsküdar’dan motora binmişim Beşiktaş’a geçiyorum. Karşımda bir aile bana bakıp düşünüyorlar. Boğazdan geçiyor ve sırtı manzaraya dönük olan bu adam buranın YERLİSİ herhalde diyorlar.

Biz bazen bir manzaranın YERLİSİyiz, bazen sevgi dolu ailemizin, bazen dostlarımızın bazen arkadaşlarımızın. Bu şeylerin YERLİSİ olduğunuz için bu güzellikleri ıskalamamak lazim.

Kökler…

Erik ağacının ucundan tutup dalını aşağı doğru çekiştirdi çocuk, babası elini tuttu, ancak tutabilecek kadar sıkı, hissedilmeyecek kadar gevşek… dünyanın en nazik eşyası nasıl tutulursa öyle tuttu…

… o eğdiğin dalın gövdesi bir fide idi, dedi. o fideyi deden getirdi, dedi. toprağın karnını yumuşakça açıp sıcak yatağına bebeğini yerleştiren anne gibi şefkatle koydu, dedi. yaz günlerinde suyunu taşıdı, dedi. dibini eşeledi, toprağını havalandırdı, dedi. önce gövdesi eğilmesin diye bir dayanak ile destekledi, gün geçtikçe güçlenen gövdesine bir dosta yaslanır gibi yaslandı, dedi. meyvesini ben görmesem de torunum yer, dedi. çocuk sükunetle dinledi, anladı, eğdiği daldan aldığı eriği yedi, babası ile göz göze geldi, babası elini tuttuğu halde orada değildi…

… kökü var o ağacın dedi, düşündüğünden daha derinde dedi, sen su vermesen de derindeki köklerinden beslenir dedi, kök salmasa gelişemez, yeterince beslenemez, serpilemez, büyüyemez dedi, toprağa sıkıca tutunamaz, rüzgarda savrulur dedi…. insan da böyledir dedi…

ağaç kökünü resimden gören çocuğa bu açıklama yetmedi… deden dedi, yediğin meyvenin ekenidir, senin için çaba sarf edendir, sana bir gelecek teşkil edendir dedi… köklerin dedene uzanmazsa bu meyveyi yiyemezsin dedi… gelişemezsin, büyüyemezsin dedi… ağaç da böyledir dedi…. çocuk anladım dedi, anladım… bir çocuk ne kadar anlayabilirse o kadar anladı…

Azman Zaman

Zaman bir ömür azmanı olarak dur durak bilmeden devam ederken koşuşturmasına, bizden “an”larımızı alıp devam etmektedir yolculuğuna…

“an”larımız ise sondan eklemeli dilimizde yeni bir kelimeye dönüşüp “anı”larımız olarak kaldırılmaktadır mazinin tozlu raflarına…

Sen aklıma gelmişsen…

Sen aklıma gelmişsen, hayatı yaşamaya değer kılan şeyleri düşünüyor olabilirim…

Sen aklıma gelmişsen, hüznün, derdin, gamın, yasın huzura erdiği bir anda olabilirim…

Sen aklıma gelmişsen, en stresli olduğum bir anda sonsuz huzurdan payıma bir paye düşmüş olabilir…

Sen aklıma gelmişsen, dertlere gark olunmuş bir gecenin sabahında kendimi en büyük rahatlıklarda bulmuş olabilirim…

Sen aklıma gelmişsen, seni aklıma getirecek birşey olmuştur. Hal ve şart ne olursa olsun, bu güzel bir şeydir. Olan şeydeki güzellik, kendisinden ziyade seni akla getirişindedir. Her ne ki güzeldir, seninle anılabilir. Her ne ki seninle anılmıştır, onda bir güzellik peydahlanmıştır.

tele takılan heves; uçurtma…

heves_fototakılmış kalmışım hayatın bir yerinde, elektrik tellerine kuyruğundan takılmış 3 renkli uçurtmam gibi…

gri gökyüzünde yalnız ve baş aşağı…
gözümün önünde bu sahne ile oturuyorum elimde kalan ise ancak ipin arta kalan kısmı…  birde uçurtmayla birlikte asılı kalan bir heves, elektrik tellerinde… daha doymamışım uçurtmanın mutluluğuna, heves ettiğim şeyin ancak arta kalanı elimde… oysa ki özenmiştim ben kuyruğunun kağıtlarını renkli kağıtlardan keserken… diğer çocuklar gibi gazete kağıdınından yapmamıştım… tek maksatım havada uçması değildi, ben güzel bir şeyi görmek istiyordum gökyüzünden süzülürken… o yüzden üç renkli idi… mavi, kırmızı ve beyaz… o altıgene en yakışan renkler bunlardı gibi gelmişti bana… kuyruğunu da renkli yapmıştım ve sık aralıklarla değildi kuyruğu… özellikle biraz aralık tutmuştum, çünkü eğer sık aralıklarla yaparsanız istediğiniz kadar uzun olmaz kuyruk. yada uzun olsa da ağır olduğu için uçurtmanız uçmaz.

herşeyine özenmiştim ben onun… nede güzel havalanmıştı ama? mesafeyi uzun bırakmıştım, rüzgarın en güzelini beklemiştim, hiç koşmama gerek kalmamıştı. şaha kalmış bir at gibi, rüzgarın sırtına binmiş ve pır pır sesleriyle zıpkından fırlamış ok gibi çıkmıştı gökyüzüne… asil bir atın baş sallaması gibi hareketlerle ipi salmamı istiyordu. rüzgar dolan göğsüne bağlı olan ipi daha da salmam için beni zorluyordu. hayranlıkla izliyordum onu. ona hükmediyor musum gibi bir his olmadı hiç içimde. ipini tutan ben olsamda sanki istese uçmayı bırakırmış gibi geliyordu. ama ben onu seviyordum, o da bunun farkında idi. yada bunların hiçbiri gerçek değildi. tamamen fizik kanunları işliyordu. ama ben hiçbir kanunun bana emredemeceği bir duyguyu yaşıyordum.

uçan üç renkli uçurtmam mıydı? üç renkli uçurtmamla göğe yükselen ruhum mu?

yüksek gerilim tellerine takıldığında hissetiğim acı, bana uçanın çıta ve kağıttan ibaret bir takım eşyalar değilde, o eşyaya bürünmüş ruhum olduğunu söylüyordu. yoksa hiç o kadar acır mıydı bir çıta, yada bir kağıt parçası?..

not: üç çıtayı çivi ile tutturmuş, çıtanın uçlarında gergince ipi geçirmiş, bu altıgenı kağıt ile kaplamış, kağıtları küçükce kesmis ve kuyruk yapmış, sonra bu uçurtmayı göğe salıp, daha sonra herhangi bir sebeple ondan mahrum kalmış tüm çocukların heveslerine itafen yazılmıştır.