Kategori arşivi: Genel

“İLAH” mahvedebilecek bir “SİLAH”: İNKAR…

İman, inkar ile başlar.

La ilahe (ilah yoktur) diye başlarız, ilah ilan edilen herşeyi red ve inkar ederiz, sonra illallah (Allah’tan başka) deriz ve Allah’ı ilah ediniriz. İnkar edilen ilahlar denilince (detay için bkz: Tağut) akla direkt put vs gelse de günümüzün ilahları daha masum görünümlüdür.

PARA: Kimse evinin bir köşesine para koyup önünde secde etmez ve fakat hayatına baktığınızda “para kazanmayı” amaç edinmiş ve bu yöndeki tüm yapılanları mübah görmeye başlamışsa, kucağında inkar edilecek nur topu gibi bir ilahı var demektir.

KARİYER / MAKAM / MEVKİ: Bu kavramı kendini değerli hissetmek için tek yol gören, sahip olduğu mevki / makam kadar değer bulduğuna inanan ve karşısındakine mevkisi / makamı kadar değer veren dolayısı ile Kariyer / Mevki / Makamı amaç gören, ulaşılması gereken esas olarak görenin “kariyer planı” dediği şey, esasen tam da itiraf edemediği ilahıdır.

EĞLENCE / HAZ: Hayatının her anını “eğlenerek” geçirmesi gerektiğine mutlak bir inançla bağlı kimse için hayat, ancak her anından haz alınarak kutsanacak bir zaman dilimidir. Bu amaç için kırıcı olabilir, rencide edebilir, yasak / günahı yok sayabilir, vs.. vs.. bu yolun sonunda ise, “duyulacak haz” sınırsız “yaşanabilecek haz” sınırlı olduğu için öyle yada böyle mutsuzluk vardır. Bu ilah red olunmadıkça beklentiler ile yaşananlar arasındaki açıklık kapanamaz.

Hayatınızı zorlaştıran, sizi sıkıntıya sokan bir ilahınız varsa, o ilahı tam alnının ortasından haklayacak bir silahınız var, İNKAR!

Ama önce inkar edecek bir ilaha sahip olduğunuzu itiraf etmelisiniz…

aşk da; “iki”den bir iyidir, “bir”den iki değil…

Genç adam karşısındaki kızın eline ufak bir kağıt parçası tutuşturdu.Kız, açmaya yeltendi. Genç adam “yapma” anlamına gelecek bir el hareketi ile kızı durdurdu. Kız, “tamam” anlamında başı hafifçe eğdi.

Sabit bir tonla ve vurgusuz bir şekilde konuşmaya başladı genç adam;
– Bugüne kadar onlarca müze gezdik, dolandık durduk sessizce müzelerin içerisinde, oysa ki büyük çoğunluğunda sergilenen eserler ilgimi bile çekmiyordu.
– Peki neden gezdik o halde?
– Sen sıkılıp “istemiyorum” diyesin diye, ama hiç demedin…

Hayret vardı kızın yüzünde ama bir şey demedi…
– Serin ve hatta soğuk denecek günlerde sokaklarda dolaştık, çay bahçelerinde çaylar içtik.  İçim üşüyordu oysa ki.
– Peki neden kapalı bir yerlerde oturmadık?
– Sen üşüyüp “istemiyorum” diyesin diye, ama hiç demedin…

Hayret arttı kızın yüzünde ama bir şey demedi…
– Hep büfelerden bir şeyler atıştırdık, hep aynı yerlerde dolaştık, aynı şeyleri tekrar ettik durduk.
– Peki ama neden farklı şeyler yapmayı, farklı yerlere gitmeyi teklif etmedin?
– Sen “istemiyorum” diyesin diye, ama hiç demedin…

Kızın yüzündeki artık hayret değildi, acı bir tebessümün son demi idi, tebessüm yüzünden silinmiş acı ise yer etmişti ama bir şey demedi…
-Ben ne istersem onu yapıyorduk, başta hoşuma gitmişti. İçimde büyüyen sevgi beni aşıyor seni de sarıyordu fark ediyordum, belki de sana “benim istediğim her şeyi yaptıran şey” bu sevgi idi. Belki de bu sonda benim de katkım vardı. Ama bugün durduğumuz bu yerde sen ve ben karşı karşıya değiliz, belki daha da iyisi yan yana olabilirdik ama bunlardan birisinin olması için iki kişi gerekirken biz seninle “bir kişi” olduk. Ben ve aynadaki görüntüm karşı karşıyayız sanki. Belki de bu aşkın en olgun halidir diye düşünebilirdim ama bunun için “iki”den bir’e düşmeli idik, “bir” kişiden iki tane olmamalı idik…

– Yani?
– Yanisi, bitti! Ötesine gitmemeliyiz. Burada bitirmeliyiz!
–  Peki ama benden ne yapmamı istiyorsun! dedi kız, sesinde nerede ise sitem dahi yoktu.

Genç adam yürümeye devam etti
-Ne yapmamı istiyorsun!!! diye tekrar sordu kız, üzüntüsü sesini sarıyordu ve haykıracak gibi oluyordu ama sevgisi sesinin tonunu yumuşatıyordu.

Genç adam yürümeye devam etti.
-Ne yap-ma-mı is-ti-yor-sun!!! diye haykırmaya hazırlanmışken genç kız artık bu ilişkinin bittiğine emin di, tam o esnada genç adam ümitsizce son bir cümle etti;
-Elindeki kağıda bak…

Kız kağıdı açtı ve okudu; “ayrılmak İSTEMİYORUM de!”

“Büyük adımı” çocuklar

sabahın erken saatlerinde sokaklarda görürsünüz onları, adımları bir çocuğunkinden daha büyüktür…
“büyük adımlı”dırlar yada “büyük adımı” atarlar, nasıl söylediğiniz fark etmez… işe yetişmek için koşturan anneleri ellerinden çekiştirdikçe adımları büyür, büyür, büyüür…
bir çocuğun adımından büyük adım atan bu çocuklar,
bir çocuğun kalkması gerekenden daha erken kalkarlar…daha erken kalkmak için daha erken yatarlar…
bir çocuğun yürüdüğünden daha çok yürürler… yürürken uykuludurlar…
bir çocuğun yaşadığından daha çok ayrılık yaşarlar… her sabah bakıcı, anneanne, babaanne, teyze vs ‘ye bırakılırken annelerinin ardından bakakalırlar…
bir çocuğun beklemesi gerekenden daha çok beklerler…
ayrılırken ağlayanlar bir çocuğun ağlaması gerekenden çok ağlarlar… daha acısı ayrılırken ağlamayanlardır… çocuktur, annesi tarafından bırakılmıştır ve annesinin ardından ağlamamıştır…
bir çocuğun düşünmesi gerekenden daha çok düşünürler…
bir çocuğun geliştirmesi gerekenden daha fazla korunma hissi geliştirirler…
bir çocuğun yaşaması gerekenden daha çok ayrılık yaşadıkları için, olması gerekenden fazla terk edilme korkusu yaşarlar…
çocukluk bir süreçtir, geçilmesi gereken bir mesafedir. eğer çocuk adımı ile geçilirse olması gerektiği kadar yaşanır ama büyük adımı çocuklar bu mesafeyi çocuk adımı değil de büyük adımı ile geçtikleri için çocuklukları kısadır ve erken büyürler…
“büyük adımı” çocukların adımlarını çocuk adımı olmaktan çıkaran şey, çalışan annelere sahip olmalarıdır…
büyük adımı çocukların anneleri, evlerine giren gelir ile geçinemedikleri için çalışıyor olabilir… bu durumda anne olan biteni anladıkça hüzne gark olur, lanet ederek gittiği işinde nefretle vakit geçirir ve evine koşarak gelir…
ve yahut bu annelerden bir kısmı “kariyeri” için bunu yapıyor olabilir… büyük adımı bir çocuk olmanın kötü bir şey olduğunu düşünebilir fakat yaptığının farkında olmayabilir… öyle olsa da bıraktığı hasar vakıa’dır ve büyük adımı çocuk olaylara tepkilerini nedenlerine göre değil sonuçlarına göre vermektedir… adımları büyük olsa da kendisi küçüktür…
bir ihtimal daha kaldı onu ise anmaya değmez… bir insanın hayatını kariyerine adaması anlaşılabilir olarak değerlendirilebilir fakat bir insanın çocuğunun hayatını kendi kariyerine adaması anlaşılabilir bir şey değildir…

sonra? sonrası fena…
çocukluk mesafesini büyük adımı geçen çocuklar erken büyüyüp çocukken büyük gibi davrandıkları için büyüdüklerinde ne yapacaklarını tam olarak bilemeyip çocuk gibi davranırlar…
bu halleri ile sorumsuz,
bu halleri ile umarsız,
bu halleri ile “adam olamamış”,
bu halleri ile işe yaramaz vb sıfatlarla değerlendirilebilirler…

hak etmişler midir?

kendisi büyük adımı çocukluk yaşamış ve çocuklarına büyük adımı çocukluk yaşatan birisi olarak ben cevap veremiyorum.
sadece buna sebep olan bir de halihazırda bu işleri normalize eden bir dünya düzeni var ya (modern hayat da diyorlar o lanete) işte onun taaa ….. diyebiliyorum.

5 duyu ile sevmek seni…

Güzel bir müziğin havada uçuşup kulaklarını bulması, oradan kalbinin derinliklerindeki senin dahi bilmediğin güzellikleri coşturması gibidir seni sevmek…

Kapatıp gözlerini dağlardan gelen ferahlatıcı meltemi göğsünde hissetmek, kekik kokusunu yerden kaldırıp burnunun deliklerine vardıran o yumuşak rüzgara zihnini teslim edip hoş bir rüyaya dalmak gibidir seni sevmek…

Bir sahil kasabasında, deniz kenarında, bir zeytin ağacının gölgesindeki serinliğe sığınmış ve baktığın manzaranın verdiği dinginliği görüp, ruhunu dinlendirmek gibidir seni sevmek…

Kavurucu güneşin sıcaklığından yuva bildiği evine dönen kimsenin sukunet ve letafet yayan bu sığınağında, hararetini alması için başvurdurduğu, meyvelerin en taze halinden damıtılmış ve imal edildiği toprağın serinliği kendinden mündemiç testiden doldurulduğu bardağın dış yüzeyinde damlacıklar oluşturan şerbetin ağızda bıraktığı tarifsiz lezzeti duymak gibidir seni sevmek…

Tüm kirlerden ve kirlenmişliklerden uzak, yeni doğmuş ve tertemiz olanın kendisi olan o gün yüzlü, hoş kokulu bebeğin pürüzsüz tenine dokunmak gibidir seni sevmek…

Duymak, koklamak, görmek, tatmak ve dokunmaktan ibaret tüm duygularının herbiri ile alabileceğin tüm hazların ötesinde, ruhunu sarabilecek ve ruhunun sarılabileceği, güç almak için dayanabileceği ve güç vermek için zor olan herşeye dayanabileceğin ve “feda edilebilecek” herşeyi “feda edebilecek” kadar gözü kara olmak gibidir seni sevmek…

Ümit Karaduman

“düştümse eğer,

sana bakarken düştüm”

Cahit Zarifoğlu / Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler şiirinden

Adama otuzunda baba lazım kardeşim

Adama otuzunda baba lazım kardeşim… üçünde, beşinde ancak karnını doyurup, hoplatıp zıplatandır seni. Aklın birşeyi kesmezken yanında olmasından mutlu olursun en fazla, birazdan yine beni eğlendirir mi yada gezmeye götürür mü diye.
Adama otuzunda baba lazım kardeşim… onunda, onbeşinde harçlığının kaynağı görürsün, süper kahramanındır, en güçlüdür, hep güçlüdür.
Adama otuzunda baba lazım kardeşim… yirminde askere gönderenindir, ardından bir damla yaş dökenindir, yolunu gözleyenendir, eksiltip yanında ciğerini götürdüğündür.
Adama otuzunda baba lazım kardeşim… Yirmibeşinde mezuniyetinde gurur duyanındır, evlendirip mürvetine erendir, düğününde iki satır kalkıp oynayanındır…

Bir gerçekten başka birşeymiş gibi gelir, oracıkta öylece durur. Ne zaman ihtiyaç duysan ayaktadır. Yorulmaz, bıkmaz, usanmaz. Hayatının içindedir ama görünmez. Muhtaç olduğunda ihtiyacını gidermenin en büyük vesilesidir. Aranızdaki ilişki çoğu kez tek yönlüdür. O verir sen alırsın. O getirir sen yersin. O yapar sen bozarsın. Seversin, mutlak bir sevgi ile seversin. Samimiyetinin şüphe götürmeyeceği şekilde seversin. Ne kadar sevsen yetmez bilirsin, için çağlar ama fazlası his dünyasında tanımlanmamıştır sende tanımlandığı kadar seversin. Verebileceğin çoğu kez en fazla budur.

Ama adama otuzunda baba lazım kardeşim… artık başkasındır. Evlenmiş çoluk çocuk sahibi olmuşsundur. Artık daha çok benzersiniz birbirinize. Futbolsa artık senin de onbeş yıllık mazin vardır, öncesi zaten konuşulmaz. Ev geçindirme derdi ise sen de ev geçindirmeye çalışıyorsundur. Politika ise senin de oyun vardır, görüşün vardır. Artık konuşulacak çok daha fazla şey vardır. Artık karşısına geçip oturduğun adam, sandalyesinden bakınca çocuğundan biraz daha fazlasını görmektedir. En azından bunu yapabilme şansın vardır.

Adama otuzunda baba lazımdır kardeşimdir. Vakit gelir geçer acımasızdır, seni bir çırpıda otuzuna taşımıştır. Vakit geçmiştir acılar küllenmiştir. Gidenin ardından bakmak daha kolaydır, hatırlamak artık başka birşey olmuştur. Banyolara gizlenip salya sümüğe karışan gözyaşları çok daha az dökülür artık. Acı, yerini hasrete bırakmıştır ki bunu onlarca yıldır sevdiğini görmemiş olmayan anlamaz. Bir kerecik görüşmeye bir yılını, on yılını, yeri gelince ömrünü vermeye razı olan kimdir bunu izah edemezsin bu acıyı bilmeyene.

Sarılacak birşey aramak ile sarılacak birşeye muhtaç olmak arasındaki farkı bilen kimdir bunu izah edemezsin bu acıyı bilmeyene. Sarılmaktan, sarmaktan, iki çift kelam etmekten vazgeçip bir bakışa muhtaç olan kimdir bunu izah edemezsin bu acıyı bilmeyene. Tilki uykusundan uykularının en derinine geçip, gerçeklikle olan farkın ayırdına varılamayacak uykularda görülen rüyalarda birlikte olmayı arzu eden kimdir? Bunu izah edemezsin bu acıyı bilmeyene. Umut etmeyi artık bırakmış olanın kim olduğu izah edebilir misin bu acıyı bilmeyene.

Adama baba otuzunda lazımdır kardeşim. Geçip babasının karşısına “işte ben, oğlun, sana baba diyen, emek verdiğin, hastalandığı zaman ciğerinin yandığı, bir damla gözyaşına dünyayı yakmaya göze aldığın, imkansız istense senden ‘yapılmaz’ demeyi düşünmeden kendini parçalayacağın, canından can, kanından kan kattığın, sarılıp uyuduğun, dönüp baktığında güç alacağın, senin yanında seninle ailesi için ter dökeceğini hayal ettiğin, özenip kıyafetler giydirdiğin, açken karnını tok tuttuğun, sırtında sadece bir kat elbise varken bayramlarda boynunu bükük bırakmadığın, hep ve en önce kendinden hep daha önce düşündüğün, rahat etsin diye rahatını kaçırdığın, oğlun olan ben! karşına geçtim ve oturuyorum. Senin derdini paylaşabilirim artık, seni daha iyi anlayabilirim artık, ben de babayım; şimdi ateşi çıkan oğlunun başında beklerken bir damla gözyaşı dökmenin ne demek olduğunu, göz yaşının yerini hemen sorumluluğun gerektirdiğine bırakmak zorunda olduğunu bilenim. Baba ne demektir artık anlıyorum, neden hep bir adım geride durduğunu, sevinçte de üzüntüde de neden ölçülü olduğunu artık kavrıyorum. Yapmak istediğin ile yapılması gereken arasındaki çizginin insanın canını nasıl yaktığını artık bende tenimde duyabiliyorum.” Demek isterdim.

Yerimden kalkıp sıkıca sarılıp sonra yerime oturmadan bir kez daha ve çok dikkatlice bakıp ”ben, şimdi çocuğu olan ve çocuğunun kendisine baba dediği ben, sana bir kez daha ve tam olarak ne kast ettiğimi bilerek baba diyorum, baba” demek isterdim.

Adama otuzunda baba lazım kardeşim. Ben öyle sandım ki sen öldüğünde sadece sen eksileceksin hayatımdan. Bunun bana nelere mal olacağını hiç kavrayamamıştım. Ben sadece bir yanımın eksik kalacağını sanmıştım. Zaman demişlerdi, her derde deva olan zamandır. Zaman, ben dertsizken geçtiğinden daha farklı geçmedi ama bana acımı unutturdu. Öyle söylemişlerdi, öyle oldu… sanmıştım ama öyle olmadı.

O acının şekli değişti, başka birşey oldu ve karşıma dikildi. Şimdi ben o karşıma dikilen şeye bakıyorum ve diyorum ki; sen bir vakitler babamın acısı idin. Sen geldiğinde senden nefret ettiğim kadar hayatımdaki başka hiçbirşeyden nefret etmemiştim. Sen geldiğinde babam gitmişti. Oysa ki ben sana karşı koyabilmek için güç alacak birşeye muhtaçtım. O şey illa ki babam idi ama sen babam gidince geldin. Beni gafil avladın. Sen çokça hain olansın, sen beni yumuşak karnımdan vuransın. Sen, ben gibi birisini böyle bir yerinden yakalayan ve acıtan, bunu yapmaktan elem duymayansın.

Ben, sana bendeki pekçok şeyi hatta herşeyi vermeye razı idim. Bunu sana teklif etmedim çünkü sen o hainsin ki ben sana kendimi sunsa idim defolup gitmeyecektin. Babamın karşısına dikilecektin. Babamın karşısına geçip onu incitecektin, hoyratça onun canını yakacatın. O ise benim gibi değil, ne pahasına olursa olsun sana zarar vermek isteyecekti, kazanan sen olma diye O kaybeden olmayı seçecekti. Ben, sen kazanma diye kendimden geçmedi isem bunun nedeni, babamın beni sevdiği kadar benim babamı sevmemem değil, herkesin acıyla savaşı farklı olduğundandır.
2007