işte bu bizim hikayemiz

Ortaokul dönemi olduğuna göre 13-14 yaşlarındayım.

90’lı yıllar.

İstiklal Caddesi çift yönlü araç trafiğine açık.

Caddenin tam ortalarında bir yerlerde bir ara sokak.

Ara sokakın sonlarına doğru da eski bir bina.

Binada da bir konfeksiyon atölyesi.

Atölye aynı apartmanda oturduğumuz bir abimize ait.

Okullar kapanmış, yaz tatili gelmiş.

Yaz tatilinde sokaklarda sürtmek yerine benim önümdeki alternatif o atölyede çalışmak.

Her sabah Kasımpaşa’dan yola çıkıp; Dolapdere, Ömer Hayyam Yokuşu, Galatasaray, İstiklal Caddesi istikametini yürüyor ve işe gidiyorum.

Niteliksiz elemanım, yaptığım işin adı “Ortacı”…

Ortalarda dolanıyorum.

Yapılması gereken ve nitelik gerektirmeyen ne varsa onu yapıyorum.

Füme diye renk varmış, ipliğini bulamayınca öğreniyorum.

Patlet diye birşey giriyor hayatıma.

Son ütücüyle tanışıyorum, çok eğlenceli bir abi.

Pantolon kemerinin geçirildiği yerin adı köprü imiş, köprülerin iç kısımlarını kesiyorum.

“Patron çıkarmak” yanyana anlamsız iki kelime iken, bir anlama kavuşuyor.

Tüm bunlar iş ile ilgili şeyler olarak olup bitiyor.

Ama asıl hikaye arka planda akıyor…

Hikayenin üç ana kahramanı var.

Tüm bu olup bitenler, bu mekan, bunca kumaş, bunca pantolon, tüm bu buharlı, sesli aksiyonların hepsi o hikayenin alt zemini.

BİR GENÇ KADIN…

Benim gibi niteliksiz dönemsel ortacılar ve daha da önemlisi kalfa olmaya namzet henüz sınırlı nitelikleri olan bir grup “erken büyümüş çocuk”tan sorumlu.

Adı… adı var elbet…

Yaşadığı şeye nispetle biz ona bir takma ad verelim;

Hülya olsun.

Hülya, yani “tatlı düş, hayal”

Bakalım, sonra Hülya olan adı, hayal içeren bu mana neye dönüşecek…

BİR GENÇ ERKEK…

Patrondan sonra gelen, genel sorumlu.

Bu sorumluluk onu her daim ciddi yapıyor.

Herşeyi bilen, her yere koşuşturan ve hep yardımcı.

Ama ciddi.

O’nun da adı var.

Yaşandığı şeye nispetle biz ona da bir takma ad verelim;

Kenan olsun.

Kenan, yani “vaat edilmiş ülke”

Hülya’nın “tatlı düşü”ise kendisine “vaat edilen ülke” olan Kenan…

Kim vaat etmiştir, bu vaat neden vucüd bulumuştur, bu vaat’in miat’ı nedir?

Hiç önemi yok…

Kenan’da bir hayal, Hülya’da bir vaat mevcuttur…

Hayat biraz da budur!

BİR ŞARKI

O da üçüncü kahramanımız.

Ferdi Özbeğen’in söylediği, “İşte bu bizim hikayemiz” diye başlayan o şarkı.

Ben hikayenin ortasından dahil oldum.

Hülya abla yine bir iş öğretirken, Kenan abi tüm ciddiyeti ile geçiyor.

Hülya ablanın gözlerinin hülyalanması, Kenan abi önümüzden geçmeden az önce başlıyor.

Öyle bir rabıta var ki aralarında, biri diğerine doğru yöneldiğinde, diğeri henüz görmeden dahi hissedebiliyor.

Bu duruma denk gelişimin ilkinin bir manası yoktu bende.

Benden başka herkesin fark ettiğininin ben henüz farkına varamıyordum.

İkincisi, ikinci bir tesadüftü.

Üçüncüsü, tesadüfü aşmış ve “bir şey oluyor”un habercisi idi.

Dördüncüsü, o şey olmuş diyordu bana.

Beşincisi, olmuş olan güçlenmiş diyordu.

Altıncı, yedinci, sekizinci ve nihayet artık gün gibi açık ve ortada idi, olmuş olan.

Ben hep hülyaya dalan, vaat edilene bakan tarafından izliyordum bu ilişkiyi.

Bir gün patron ve Kenan abi ellerinde kuru bir sabun ile kumaşa çizgiler atıp kalıp çıkarırken, beni çağırdılar.

Atölyenin o en özel kısmına…

Kumaşların kesildiği, en ufak hatanın ciddi sonuçlar doğuracağı o kısma.

O gün Kenan abi tarafından bu ilişkiyi gözlemleyebildiğim tek gündü.

İşine dikkat kesilmiş bir şekilde, kat kat serilmiş kumaşı, çıkarttıkları kalıba uygun ve akıcı hareketlerle keserken bir ara verdi.

Derin bir nefes aldı, tekrar dikkat kesilip işe dönmeden önce başı öne eğik olduğu halde gözlerini kumaştan kaldırdı…

O esnada kapıdan, Kenan abinin geleceği için kafasında kurduğu hülyaların manzarası geçti; Hülya abla.

Bıyıklarının altından dudaklarında belli belirsiz bir kıvrım oluştu.

Koyu gri kumaş, pantolon olmaya namzet şekilde masanın üzerinde yatarken, birden bire bir hayal tablosuna dönüştü.

Hülya abla belirdi… sıcacık bir yuva belirdi… ne varsa bir genç adamın kafasında duru, pak, güzel onlar belirdi…

Gördüm ve bir tebessüm de ben ettim ama içimden…

Atölyede bir ses sistemi var.

Bu sistem bir araba teybine bağlı.

Hep aynı radyo kanalı açık.

Tahmin edilmesi zor olmayan o radyo kanalı, Kral FM.

Ve o şarkı; İşte bu bizim hikayemiz

“Seni gördüğüm o günden beri

Kalbim perişan gönlüm bir deli

Sana yazdığım beni anlatan aşkımla dolu bu sözlerimi”

Bu şarkı onların şarkısı.

Garip bir şekilde sanki tüm atölye sözleşmiş gibi derin bir sessizliğe bürünüyoruz.

En ufak bir imalı bakış, söz dahi yok ortalıkta.

Hepimiz, onlardan etrafa salınan ruh hali ile sarılmış durumdayız.

Bu şarkı onların birbirlerine seslenişleri sanki…

“İşte bu bizim hikayemiz öyle saf öyle temiz

Kenetlenmiş ayrılamaz kalbimizde ellerimiz”

Anlatılacak pek çok güzel an.

Ama aslolan son.

Bu hikayenin sonu neye bağlanıyor?

Hülya ablanın, “tatlı düş, hayal” olan isminin anlamından payesine ne düştü?

Ortasından dahil olduğum bu hikayenin sonu bir yere bağlanmadan yaz tatilinin bitmiş olmasını dilerdim.

Ama öyle olmadı.

Patron,

Kendi hayatının kalıbını oluşturan yaşanmışlıkları ile

Bu ilişkiyi fark ettiği anda

Bunca güzelliği

Var olduğu halden çıkarıp

Farklı bir kalıba soktu.

Belki de hayatı boyunca yaptığı en kötü kalıpla

Kapladı onları

Ve şöyle dedi;

Burası işyeri böyle şeyler olmaz burada

Ne var ki demişse?

Böyle bir bağ, bir sözle yok mu olur?

İmkanlar ve mümkünler çatıştı…

Karşı çıkmak için dizlerinde derman, ellerinde imkan, hazırlarında işleri yoktu…

Memleketlerine göndermeleri gereken para, bakmaları gereken aileleri vardı…

Patron,

Kendisine emanet edilen genç kadına mı sahip çıktı?

İş verdiği köylüsü olan genç adama hayat dersi mi verdi?

İşyerinde huzuru mu sağladı?

Ne yaptı, neye etki etti?

Hepsi hayatın içinde cevaplarını bulamayan sorular olarak kaldı.

Ama patron öğrendikten sonra şarkının ilk kısmı bitmiş,

O veya bu nedenle ikinci kısmı başlamıştı;

Olmayacak bir dua mıydı bu

Allah’ım bana reva mıydı bu

Yoksa hemen sonu gelecek

Acıyla dolu bir aşk mıydı bu

Hülya ablanın ismi Sükut-u Hayal olmuştu.

Bu ilişkide bu manayı bulmuştu…

….

O yaz,

Hayran bir şekilde

Ve belki de yaşımın gerektirdiğinden daha büyük bir anlayış / kavrayış ile

“Aşk” ile tanışmıştım.

Belki kendim aşık olsam,

Aşk ile ilgili bu kadar derin duygular hissedemezdim.

BİTTİ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir