-Bu yol nereye gider? dedi
-Yollar bir yere gitmez, insanlar yollardan gider, dedim
-Bu yoldan gitsem sonu nereye varır? dedi
-Sonunu bildiğin bir yola girmeye ne hacet, dedim
-Yolumu mu kaybedeyim? dedi
-Yolunu buldun mu ki? dedim

-Eğer kalbini kırdı isem özür dilerim, dedi
-Bu özrünle kalbimi çok kırdın, dedim.
-Ama ben iyi bir şey söylemeye çabalıyordum, dedi
-İyi bir şey senin ağzından ancak özel bir çaba ile çıkabilir zaten, dedim.
-Özür dilediğime pişman ettin, dedi
-Pişman olduğun için de özür dilemelisin, dedim.
-Sen bu özrü istiyor musun? dedi
-Sen bu “özür” ile yaşıyorsun, dedim…
-Sustu, bir şey demedi
-En zararsız hali idi…

On Muharrem – Hüznün iman ile buluştuğu tarih

biat isteyen veliaht’a karşı çıkan, kendini doğru yolda “kurban” eden değil savaşarak doğru yolda “şehit” olan evlad-ı Resül’ün şehit edildiği gün…
Şimr, Hz. Hüseyin’in boynunu kesmek için hançeri üç kere Hz. Hüseyin’in boynuna sürer, hançer kesmeyince Hz.Hüseyin “orayı Hz.Peygamber (dedesi) öpmüştür o nedenle kesmez boynumu ancak ensemden kesebilirsin” demiştir ve ancak o şekilde kesilebilmiştir. Peygamber torunudur, Peygamber namaz kılarken sırtına binmiştir, O inene kadar dedesi secdeden kalkmamıştır, kardeşi ile güreş ederken Cebrail’in tarafını tuttuğudur, tayin edilen veliaht’a biat etmeyince katl edilmiştir.
muktedir (iktidar sahibi) olana dünyalık çıkarları için kul – köle – köpek olanlara en büyük derstir, hele ki anlayabilsinler…

sen, sen, sen!

genç idin ya sen, yaş aldın…
erken idin ya sen, geç kaldın…
coşkun idin ya sen, duruldun…
koşar idin ya sen, yoruldun…
konuşur idin ya sen, sus oldun…
ateş saçar idin ya sen, söndün..
muhteris idin ya sen, sukünete erdin…
yaşar idin ya sen, öldün…
ölmeden, ölünüz’ü duydun da kavramadın ya sen, işte şimdi iradi olarak yaşamadığın ölümü, tabii olarak yaşadın sen…
iradi olarak ölmek, nefsinin öldürmek idi de yapamadın ya sen, işte şimdi can bedenden ayrıldı da tabii olarak öldün nefsin ve sen…
şimdi bir vakitler kıymetli olan artık kıymetsiz oldu…
şimdi bir vakitler değer verdiğini ayağının altına dahi almazsın ya sen, işte üzerine aldığın, altında gölgelendiğin, sığındığın, korunduğun, hatta korkuttuğun o kıymetler şimdi hesaba çekileceğin bir bela olarak karabasan gibi bastı da üzerine ne yapsam diye düşünür oldun sen…
sen… sen!, sen! diye kendine seslenen…
bu sona ermeden yola girenlerden, ölmeden ölenlerden, istikametini doğrultanlardan, sıratı müstakim üzere olanlardan olmanı dilerim.

İstemek zor, vermek değil

Sizden istendiğinde vermek zorunuza gidiyorsa o zaman durumu değiştirmeyi bir düşünün.

mesela samimi olarak istenen değil de isteyen makamında olmayı murad eden dualar etmek için kurun cümlelerinizi. bakalım işin ucu nereye varacak?

ne istendi sizden en son? para mı? duanız şuna benzeyebilir; “Allah’ım kimsenin benden para isteyemeyeceği kadar düşkün olayım”

ne istendi sizden? fiziki bir iş için yardım mı? duanız; “Allah’ım kimsenin benden fiziki bir yardım isteyemeyeceği bir hale düşür beni” olmadı di mi? az buçuk makul iseniz olmaz da.


isteniyorsa, zorluk vardır, darlık vardır… hatta mahcubiyet vardır…
istemek zor, vermek değil…
zorluk, darlık yokken de isteyen vardır. buna da aldanıp kandırılalım mı?


şöyle diyordu babası oğluna o kitapta;
“sana da aldatılmak yakışırdı oğlum…”

Bank

gri bir İstanbul sabahında, sahilde boş duran iki bank gibidir bazen hayat…
güneşli havalarda kemiklerini ısıtmak için yüzünü güneşe dönmüş bir çift ihtiyarın oturduğu vakitlerde dinginlikle, geçmişe özlemle, kaybetmeyi bilerek, kayıplara bir daha ulaşamayacağının bilincinde olarak sürülür bazen. işte böyle bir şeydir bazen hayat…

sonrasında o ihtiyarların boşalttığı banklara elindeki kırmızı, mavi, beyaz balonlarla bir çocuk oturur, annesinin babasının sevgi dolu bakışları altında… o zaman hayat dinamiktir, peşinden koşulan rüzgara kapılmış balondur… düşsem dizlerim kanar mı diye düşünülmez, kaçan balona üzülmekten önce kaçan balona yetişmek fikri baskındır… ilk olan, asıl olan isteklerinin peşinden koşmaktır. üzülmek, bir sonraki sevince kadar verilmiş bir aradır ancak. asıl olan, hissedilen, ilk ve evvel olan mutluluğun peşinden koşmaktır. yorulmak ve sonrasında dinlenmek ancak bir “zul”dur. durmak sıkıntı verir, zaman kaybıdır. öyle olduğu bilinmese de hayat hızlı yaşanması gereken bir şeydir. ve öyle de yaşanır… işte böyle bir şeydir bazen hayat…

sonra o iki banka iki yabancı oturur. ilk önce birbirlerinden habersiz iki yabancı… gözler ufuktadır, ileri bakılır… ileri bakılır çünkü yanında bakmaya değer bir şey yoktur ve insanın hayalinde yaşadıkları elini uzattığında dokunabileceği kadar yakınında değil, ancak seçebileceği kadar uzağındadır. ufukta görünen sevgidir, aşktır, bir dosttur, bir omuzdur, bir eldir… ileriye bakan için o an gerekli olan her şeydir. içerisinde bir müzik tınısı vardır. bir yerlerde var olduğu bahsedilen sevgilinin haberini veren bir şarkının sözleri dolanır dudaklarına ve sonra göz ucu, bir başkasının gözlerinin ucuna değer. ufuktaki hayal, ete ve kemiğe bürünmüş yanındaki bankta oturuvermiştir. bir ahu’dur, nehrin kenarına su içmeye inmiş bir ceylanın ürkek adımlarını atmış da gelmiştir. o ince ve narin başını uzatacağı su birikintisinden emin olmayandır. ürkektir, telaşlıdır, heyecanlıdır. elini sallasan rüzgarından uçacağı sanılandır. değil mi ki o da ufka bakmaktadır? değil mi ki o da hayalini sevgiliye dönüştürmek istiyordur? ya da birazdan gelecek olan sevdiğini mi beklemektedir?.. işte böyle bir şeydir bazen hayat…bir ihtimalin ardına gizlediği ümidin peşinden koşturur seni…

hava kararır sonra ve bankın misafirleri değişir. dinginliğiyle ihtiyar, hayat dolu çocuk, hayaline aşık, aşkı ihtimaller ardında hayal olan genç gider ve asıl ev sahibi gelir, elindeki gazete kağıdını üşümeye çare bilen, yetmediği yerde şarabına sarılan o adam, sakalını sıvazlayarak banka oturur. o da ufka bakar. hayaline aşık gencin ihtimaller ardındaki sevdiği kaçıverir ufuktan, ihtiyarların özlediği mazi de ufku terk eder ve artık ufukta görünen bezginlik, nobranlık, hayal kırıklığı, terk edilen ev / eş / iş, kapanan kapılar, tanıdıkların kendisine dönülmüş sırtları, sırtını döndüklerinin sapladığı hançerler, acı, nefret, hırs ve nihayetinde gelen boş vermişlik, umursamazlıktır. akşamın alacasından sabahın ilk ışıklarına kadar nöbeti devralırlar. artık ufuk bakmaya değer bir şey değildir. artık bank güzelliklere açılan pencere değildir. müziğin ritmi değişmiştir. enstrumanlar neşe ile şakımaz, bir hazan mevsiminin hışırtısı vardır ancak sokaklarda… bir tahta sertliği bir demir soğukluğu oluverir bank.
iste böyle bir şeydir bazen hayat…
bir bank hayatı yaşamaz, bir bankta hayat da yaşamaz…
iste böyle bir şeydir hayat…
hayat yaşamaz, hayat’ta yaşanmaz…

terlik…

yağmurlu bir gece – küçük kız
ve gecenin sessizliğini, düşen yıldırımın işaretçisi olan gök gürültüsü bozduğunda, uykuya dalmak üzere olan küçük kız, az önce gördüğü ve her yeri aydınlatan ışığın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. duyduğu ses ile yatağından fırladı, sıcacık ayakları terliklerini aramadı… döşemenin soğukluğu bu kez içini ürpertmedi yada koridorun karanlığı O’nu korkutmadı… nerede ise bileklerine kadar uzanan geceliğinin altından görünen adımları, büyük bir telaş içindeydiler… ayakları küçük, adımları küçük, koridor ise uzun idi… anne-babasının yatak odasının kapısına geldiğinde durdu… tam kapının önünde idi… nerede ise burnuna değecek idi kapı… heyecandan inip kalkan göğsü nerede ise kapıya değiyordu… göğsü ileride kafası ise geride idi. içeri gir! komutu kalbinden geliyordu ve kalbi kapıya doğru sürekli hamle ediyor gibiydi… aklında ise daha geçenlerde “kocaman kız oldun artık sen! haydi kendi yatağına!” diye bağıran üvey babasının sesindeki sert ton çınlıyordu…
küçük kız durdu… durdu… durdu… artık göğsü heyecan ile inip kalkmıyordu… artık kalbinde heyecandan daha başka bir şey yer etmişti… boğazında bir yumru ile kapıda durdu ama ağlamadı… geri döndü ve yatağına doğru gitmeye hazırlandı… durdu… adımını atması için bir komut gerekiyordu sanki… öne doğru eğilmişti başı. boğazındaki yumru dayanılmaz bir hale geldi. bir damla gözyaşı geldi göz pınarlarından ve öne eğilmiş başından döşemeye, tam ayaklarının önüne düştü… komut gelmişti, küçük kız yürümeye başladı…
yatağından kalkan küçük kız yatağına geri dönmedi… yatağa dönen ve sıyırdığı yorganın altına giren kız aynı kız olsa da o artık küçük bir kız değildi…
bir geceden bir sabaha büyünmez! büyümek uzunca bir zamanda yavaş yavaş olur! sananlar bu kez yanıldı…
ayne gece – anne
gözlerinden akan uykuya direnip, sürekli camdan bulutlara doğru bakan kadın, gecenin sessizliğinin bozulacağını tahmin ediyordu. yuvasındaki aç yavrularını doyurmak için az sonra saldıracağı avını yakalamaya muhtaç olduğunu bilen bir yabani kedi gibi tetikte idi. yıldırım düşer düşmez yatağından kalkmalı ve su içmek bahanesi ile kızının odasının karşısındaki mutfakta olmalı idi. küçük kızı eğer gök gürültüsünden uyanırsa onu kollarına alabilmenin yolunun yatağına çağırmak olmadığını çok iyi biliyordu. bekledi… bulutları izledi… bulutların şekillerine bakıp geçmişteki güzel günleri gitti, hayallere daldı… farkında değildi ama artık gözleri kapanmıştı… tam o esnada gök gürültüsü ile gözlerini açtı! yanında yatan kocası ise bir yanından öte yanına dönüyordu. kadın kımıldayamadı ve hemen “Allah’ım ne olur uyanmasın” diye duaya başladı. çünkü en iyi O biliyordu kızının korkularını… hemen içeriye kulak kabarttı…kızının hiç ayağından çıkarmadığı terliklerinin sesi gelmedi… biraz rahatlamıştı… tekrar ve ancak bir annenin duyabileceği şekilde dinledi… küçük ve hızlı adımlar odaya yaklaşıyordu… kapının altından süzülen ışıklara baktı ve iki küçük ayak gördü… duruyorlardı… küçük kızı ağlıyor muydu? endişesinin arttığı her an olağanüstü bir şekilde duyuları daha da keskinleşiyordu… artık küçük kızın göğsünün inip çıkmasına sebep olan o solukları duyabiliyordu… çaresizdi… bekledi… geçenlerde yaşanan sahneyi hatırladı… yatağını paylaştığı adamın, üvey kızının şımarıkça bulduğu bu korkusunu yenebilmesi için tek yolun odaya almamak olduğunu anlattığı o konuşma zihninde yankılanıyordu… “ama sen böyle yaparsan, asla ve asla yenemez korkusunu!…” bu korkunun sebebini adam bilmiyordu… hayır anlamıyordu… anlatamıyordu kadın… ve susuyordu… kapıya kulak kesilmiş bir şekilde bekledi… kızının nefesi git gide düzene giriyordu… hıçkırık sesi ise gelmiyordu… gözü kapının altından süzülen ışıkta, kulakları kızının her bir hareketinde donakalmış bir şekilde bekledi… sonra kızının geri döndüğünü gördü… ama gitmiyordu hala bekliyordu… durdu… durdu.. kadın nerede ise baygın bir halde başını yatağın yan tarafından aşağıya doğru eğmişti . ve bir damla gözyaşı döktü döşemenin üzerine kadın… kadının gözyaşı ile kızı odasına doğru yürümeye başlamıştı…

2 yıl önce… – baba ve terlik
7-8 yaşlarında bir kız çocuğu babasının elinden tutmuş rengarenk vitrinlere bakıyordu… annesinin elini bıraksa da asla babasının elini bırakmıyordu. babasını sadece sevmiyordu. O’na öyle bir bağ ile bağlı idi ki bu bağın kopması imkansız idi. babası kızının gözlerinin içine bakıyordu, O’na bir hediye almak istiyordu ve kızının ne isteyeceğini anlamaya çalışıyordu. küçük kız rengarenk terliklerin olduğu o vitrinde takılıp kaldı. kafasını babasına çevirdiğinde, hayatı boyunca hiç unutamayacağı, ne zaman “baba” dese gözünün önünde beliriverecek olan, o müthiş gülümseme ile karşılaştı. konuşmalarına gerek yoktu. içeri girdiler… küçük kız terliği gösterdi… satıcı uygun numarayı çıkardı.. küçük kız denedi… babası parayı ödedi… güzel bir kutuya konulan terliklerini aldı ve sevinçle babasına sarıldı… terliklerinin kutusu koltuğunun altında babasına sarıldı… babasına sarıldığında koltuğunun altında bu terlikler vardı… eve dönmek üzere arabalarına bindiler… hava yağmurlu idi… babası arabayı kullanıyor annesi önde, küçük kız ise arkada emniyet kemerini bağlamış oturuyordu, terlikleri kucağında idi… gözleri kapanmak üzere iken önce çok keskin bir ışık gördü hemen peşi sıra çok büyük bir ses çıktı ve gözlerini kapadı… yıldırım düşmüş, gök gürlemişti ve uyandığında ise yanında babası yoktu artık… hastanede önce babasını istedi… tekrar babasını istedi… yine babasını istedi… sonra konuşmadı… konuştuğunda ise ilk olarak terliklerini istedi…

2 yıl önce – trafik polisi
bu araç normal şekilde seyir ederken, karşı şeritten gelen alkollü sürücü kontrolünü yitirdiği için uzun farları yanık bir şekilde bu araca tam sürücünün hizasından çarpmış. anne ve küçük kız aracın sağında olduğu için daha az hasar almışlar. sürücü ise ölmüş.

2 yıl önce – doktor
küçük kız fiziken sağlıklı. kaza esnasındaki diğer aracın ışığını yıldırım, çarpma sesini ise gök gürültüsü ile eşleştirmiş… ve tabi şu terlikler… büyüyene kadar bunlar O’nda takıntı olacaktır…
ümit karaduman

Masum – Mahrum – Mağlup

Her zıkkımı bildiğini sanan ve hep haklı olduğunu düşünen ahmak ebeveynler, doğuştan “masum” çocukları sevgiden “mahrum” bırakıp, hayatta “mağlup” insanlara çeviriyorlar!

Bu “mağlup” insanlar, kendi “masum” çocuklarını sevgiden “mahrum” bırakıyorlar. “Mahrum” bırakılan bu “mağlup”ların elinde “masum”lar kalıyorlar.

Masum – Mahrum – Mağlup Mahrum – Mağlup – Masum Mağlup – Masum – Mahrum…

Bir insan üç kişidir…

Herkes ağırlığı ve ortaya çıkma oranı değişmekle birlikte bu kişiler olma potansiyeli taşır: Aslında olduğu, Kendisini sandığı, Olmak istediği kişiler…

Insan “aslında olduğu” kişinin iyi yönlerini kendisine yakıştırmakla ve kabul etmekle birlikte kötü yönlerini yok sayarak / kabul etmeyerek “kendisini sandığı” kişi olduğuna inanır. Bu iki kişi dışardan fark edilip, kişinin bununla yüzleşmesi gerektiğinde genelde inkara gider. Bu yüzleşmeyi suçlama sayar ve kabullenmez. Bunun herkeste bir miktar olması çok da garip bir durum değildir diyebiliriz. Bu iki kişi arasındaki fark açıksa bunu kabullenmeyen kişiye “kendini bilmez” diyebiliriz. Bu hoş bir durum olmamakla birlikte burada “bilinç” yoktur yani kendini bilmezlik “bilinçsizlikle” ortaya çıkar.

Gelelim üçüncü kişiye, kişinin “olmak istediği kişi” bilinçli bir şekilde ortaya konmuş, kişinin kendisinin şekillendirdiği bir haldir. Olmak istenen kişi, genel olarak iyi özelliklere haiz bir kişidir. Kişinin bu yönde çaba göstermesi ve çabalayarak, olduğu kişiden kendisini olmak istediği kişiye devşirmesi takdire şayan bir durum sayılabilir ve fakat bunun için çaba göstermediği halde kendisini sürekli olarak “olmak istediği” kişi gibi göstermeye çalışması, bu yönde bir çaba göstermeyip / bedel ödemeyip sadece rol yapması, “kendini bilmezlik” durumundan daha kötü olup, etrafındakileri kandırmaya çalışması anlamına gelir.

Bilinçli bir şekilde karşındakini kandırmaya çalışmak, bilinçsiz bir şekilde kendini başka birisi sanmaktan çok daha kötüdür.

İmtihan…

Boyundan büyük işlere kalkış! Yapamazsın derlerse umursama! Kimseyi incitmeyecekse aklına gelen için uğraş, çabala… En fazla başaramazsın, o zaman da birisi çıkar ve gayretine kayıtsız kalamaz, yardım gelir. Bunu unutma, birilerinin sana sınırlar koymasına izin verme! Ama şimdi asıl zor olanı da sana söyleyeyim; imkanın varken, kudretin varken, yapabilecekken ve bunu yapmayı istiyorken vicdanın sana yapma diyorsa, dur diyorsa işte o zaman durabiliyorsan zor olanı yapmışsın demektir. İşte o zaman gerçek imtihanı / zorluğu aşmıssın demektir, işte o zaman kemale ermişsin demektir. Imtihan, hep imkansızlıklar karşısında yılmamak değil bazen de imkan varken yapmamaktır! Ve asıl zor olan bu imtihandır..