baba & oğul:
okulun kapısında dikiliyorum, muhtemelen alt dudağım sarkık, gözlerim dalgın, suratım; “tüm hislerimin tuvali”… yüzümün şekli okuldaki o günümün özeti… yeni okulumdaki ilk günüm… ögretmen “neden senin kitapların yok” diye hesap sormuş, ben daha herkese ağzıma geleni söyleyebileceğim yaşlarda değilim ve susmusum… dört yıl okuduğum okulumdan ayrılmış yabancısı olduğum bu sınıfta tek başıma gibiyken öğretmen o soruyu sormuş. ben herşeyini örnek aldığım öğretmenimin yumuşak sesine alışkın iken öğretmen olduğu iddia edilen o adam bana kızgınlıkla o soruyu sormuş ve ben susmusum… teneffüs zili çalmış, okulun dış kapısında dikiliyorum. okul sınırları içerisinde sınıfa en uzak noktada bekliyorum, bu hesabi o gün yapmamışım, şimdi ayırdına varıyorum…
anne & oğul:
cocukları içinde daha çok annesine benzeyen benim… kan göremeyen annenin kan göremeyen oğluyum… kapalı yerlerde kalamayan annenin kapalı yerlerde kalamayan oğluyum… elleri, kolları, yüzü annesine benzeyen oğul benim…
baba & oğul:
tesadüf bu ya babam okulun önünden geçerken görüyor beni… daha yüzümü görmeden bende bir hal olduğunu anlamış mıydı diye soramıyorum ama öyle olduğunu sanıyorum… ki yüzümü görünce soruyu hemencecik soruyor, “ne oldu?”. “ögretmen, kitapların nerede dedi, kızdı bana”… şimdi yüzündeki ifade değişen birisi daha var, babam. “bekle”, diyor. “geleceğim şimdi”. bekle derse beklenecek olandır O, geleceğim derse gelecek olandır. hayal kırıklığı yaşatmamıştır oğluna hiç. arkasından görüyorum, adımları hızlı hızlı… yüzü, yürüyüşü babasına benzeyen oğul ben değilim, abim…
anne&oğul:
annem işe gidecek, ben ise henüz okula gitmiyorum küçüğüm daha… hergün olanın olması gerekiyor. ben eve gireceğim, akşama kadar yenilecek şeylerin yeri gösterilecek, anahtar verilecek ama dışarı çıkmayacağım… evde abimi bekleyeceğim. sonra annemi, sonra babamı… annem sesleniyor, “haydi eve gir, işe geç kalıyorum”… ben küçüğüm daha, hava güzel, arkadaşlarım dışarda… “hayır” diyorum, “anahtarı ver”… kendisine benzeyen oğlu inatçı değil biliyor annesi… anahtarı vermek istemiyor, dışarda bırakmak istemiyor çünkü, ya birşey olursa? “eve gir” diyor, ben ise “hayır” diyorum, “anahtarı ver”. işe geç kalıyor annem ve anahtarı veriyor, hatta atıyor bana doğru ama çok sinirli, üzülüyor ayrıca… ben istediğine kavuşan küçük çocuk, annemin ardından bakıyorum. minibus durağına gidiyor, 10 dakika mesafede olan. 3 dakika 5 dakika derken sığamıyorum sokağa.. annem üzgün, ben ise böyle duramam dışarda. önce koşuyorum peşinden ayağımda terliklerle, anneme yetişmeye çalışıyorum… minibuse binmeden yetişmek için uğraşıyorum. yakalıyorum annemi.. annem beni görünce nedense saşırmıyor, beni tanıyor galiba. yanına gidip sarılıyorum “ben eve gidiyorum, dışarı çıkmayacağım” diyorum, öpüp geri dönüyorum ve eve giriyorum. artık annem evde olduğumu biliyor, rahatlıyorum, dışarı çıkmayı ise hiç istemiyorum.
baba&oğul:
babamı bekliyorum okulun kapısının önünde… teneffus biter mi? ders başlar mı hiiç düşünmüyorum, yetişeceğinden eminim ve babam gittiği gibi hızlı adımlarla geliyor okula doğru, elinde bir çanta dolusu kitap ve defter… “hangileri lazım bilmiyorum, hepsini getirdim” diyor… gözlerimin icine bakıyor, yüzümde bir degişiklik arıyor ve buluyor da… babamın alnında süzülen ter damlaları var… bu sahneyi ne zaman hatırlasam o ter damlaları babamın alnından sökülüp benim göz pınarlarıma diziliyorlar…
babam, ilk hayal kırıklığını 7 şubat 1993’de yaşattı diyebilirim. sabah kahvaltımı yaptırıp dersaneye gönderirken “akşama görüşürüz” demişti… olmadı…