Kalp öldü ise hayvansınız…

İçine dönüp baktığında gördüğü şeyi beğenmedi… Önce yüzü ekşidi, sonradan kalbi buruldu… o anda kafasında bir soru belirdi; NASIL

İçinde görüp beğenmediği katran karası bu şeyin nasıl damıtıldığını anlamaya çalıştı. En nihayetinde duygu dünyasını şekillendiren kalbinin nasıl olup da duygularını katı bir maddeye dönüştürdüğünü düşündü. Ama hiddetli idi! Bu düşünce onu sinirlendirdikçe sinirlendirdi! Hakim olamadığı sinir nefrete dönüştü, bu duyguları o kadar yoğun hissetti ki bu yoğunluktaki duyguları katı bir maddeye yani içinde gördüğü o katrana dönüşmeye başladı. Bu katran tüm vücudunu kaplamaya başladı. En başta sadece içinde olduğu için göremediği bu katran karası cismin “NASIL” oluştuğunu gördü. Kin, nefret, kıskançlık gibi düşüncelerin NASIL katrana dönüştüğünü öğrenmişti ama NASIL’da kalıp NEDEN’e geçemediği için, bu katranın kalbinde NEDEN oluştuğunu hiç bilemedi…

Kalp ölürse geride kalan cismaniliğin bir kıymeti yoktur! Kalp ölürse savaş çığlığı da atarsınız, katletmek de garip gelmez, insanların sıkıntılarını kendi çıkarlarınız doğrultusunda da değerlendirirsiniz, işinize gelmeyen acıları da yok sayarsanız, vicdanınız kendisi saran katran nedeni ile sesini duyuramaz siz de ölümleri istatistik, parçalanmış bedenleri fotoğraf falan diye de nitelendirirsiniz… hatta gazetede yere yatırılmış ölü çocukları görseniz spor sayfasına hızlı bir geçiş yaparsınız… ama parmağınıza kıymık batsa o cismaniyet size çığlıklar attırır da ortalığı birbirine katarsınız…

Kalp öldü ise utanmazsınız…

Kalp öldü ise hayvansınız!!!

söylenenler – 8

Bir yerde bir zulüm var, sevmediğiniz bir kimse de orada zulüm olduğunu söylüyor. Ne yapacağız? Seninle aynı şeyi söylemektense zulmü görmezden gelirim mi diyeceğiz?

“Ben duracağım yeri doğrulara göre değil, karşımdaki kişinin pozisyonuna göre belirlerim.”

Aferin!

söylenenler – 7

Nerede o eski bayramlar?… Mesela ne kadar eski? 10 yıl öncekiler 10 yıl öncede, 20 yıl öncekiler 20 yıl öncede.

Artık bu sızlanışı bırakıp birşeyler yapmak gerekiyor. Nihayetinde bugün yaşanan Bayram bugün çocuk olanların ” eski bayramları” olacak. Üzerimize düşen neyse onu yapıp, bu çocuklara ” nerede o eski bayramlar” dedirtmek lazım. Aksi takdirde ortada yad edecek bir bayram kalmayacak.

söylenenler – 6

usul: sonuca gitmek için izlenen yol / esas: ana konu, ulaşılacak sonuç

“usul, esasa mukaddemdir” yani “usul, esastan önce gelir”. herhangi bir konuyu akılcı bir yolla tartışacak, yargılayacak birisinin bunu mutlaka biliyor olması gerekir.

usul konusunda anlaşabilsek esas’a dair söyleyeceklerim var ama maalesef esas hakkındaki aceleci fikir beyanları usul’u unutturuyor.

İfade…

“ifade”nin en belirleyici uzvudur bana kalırsa gözler. masumiyet olur bazen sessizce akıp giden bir ırmaktır o, ta içinize kadar ulasan. yüreğinizi sızlatır, nedenini bilmezsiniz… haşindir bazen, hışmın en doğru anlamıdır gördüğünüz. hiçbir söze ihtiyaç duymadan, muhtaç olmadan haykırır iştiyakını.

gerçekten gördüm mü onu bilmiyorum. daha doğrusu gördüğüm “gerçek” miydi onu bilmiyorum. sinirli idi desem hafif kalır izah etmek için. zuhr eden bir bedendi sadece diyebilirdik eğer o bakışları söküp atabilse idik O’ndan. nasıl anladığımı bilmiyorum ama anlık bir kızgınlık değildi gözlerindeki. geçmiş ve gelecekle idi derdi. süregelen bir şey olmasa kızgınlığı, bir an olsun giderdi gözlerinden o ifade. ama artık öyle bakıyordu. bu bakış onda “hal” olmuştu. şimşekler çakıyordu kirpiklerinin arasından.

Yılma sakın…

“bir insana bir şey anlatmaya çalışmaktansa 10 tane deve ve bir hendeği tercih ederim” tebrik ve teşekkür ederim canım insanlar, bana bunu da söylettiniz ya sonunda…

ne kadar da haklısınız her konuda ve ne kadarda çok şey var bildiğiniz. nasıl oluyor da hiç yanılmıyorsunuz size şaşıyorum doğrusu. o kadar doğru ve yüce fikirleriniz var ki dışarıdan gelecek hiç bir kötülüğün yada yanlış fikrin sizi kirletmesine imkan vermiyorsunuz. Bat dünya bat.

bırak öyle düşünsün, sen kızma gülümse, kaybetme kendini, sadece yardımcı olmaya çalış, sabırlı ol, sakin ol. onlar gibi olma, onları kendine benzetmeye çalış, istemeden onlara benzeme. haklılığın seni bu sorumluluklardan kurtarmasın. bekle ve gör, yanlışsa yine düzeltmeye çalış. arkanı dönüp gitme.

bırakma “bırakma vakti” gelmeden, vazgeçme “vazgeçme vakti” gelmeden, serin kanlı ol, sadece kabul ettirmeye çalışma, anlatmaya çalış, dinle, anla, konuş ve anlat. kuru kuruya kabullere götürmeye çalışma, anlamış olmalarını sağla. direnseler de, hakaret etseler de yılma…

ama artık anlamışsan ki; sadece kuru bir inattan ibaretler, isteyerek dileyerek bilerek anlamak istemiyorlarsa artık vakti gelmiştir gitmenin ve vazgeçmenin. giderken bile, vazgeçerken bile yılmışlık olmasın arkanda bıraktığın… yoruldum deme giderken, bıktım artık deme, gitmesini de bil… belki gelişinle ve konuşmanla anlatamadığını gidişinle anlatabilirsin. nezih ol, letafet saç, zarif ol, bakanlar yüzünü buruşturmasın sana, senin gibi düşünmeseler de sana kırgın, kızgın olmasınlar onları arkanda bırakırken. ama unutma seni sen yapan değerlerini ve onlardan asla taviz verme.

hoş görünmek adına hiçbir şey yapma, hoş ol. ince, kibar, zarif görünmeye çalışma ince, kibar, zarif ol. zorlama kendini, inatlaşma ruhunda zaten var olan zarafetle, bırak kendini göstersin hem sana hem onlara.

tutma kendini,

tutma kendini,

tutma kendini…

Sınanmayan doğru…

İnsanlar iki nokta arasındaki en kısa mesafeyi “doğru” sandı. Hatta bunu bir tane sandı. Sonra bir “doğru”nun aslında “eğri” de olabileceği anlaşıldı. Dünyanın iki kutbunda birer nokta olsa bunları birleştiren en kısa mesafe doğru değil eğri oluyordu mesela ve bunlardan sonsuz tane çizilebiliyordu.

Doğru bildiklerinizden eğri olan, yada sizin eğri sandığınız doğrular var mı acaba? Durup, düşünecek miyiz? Gerçekten “düşünmeye” niyetimiz varsa muhakkak önce “durmamız” gerekiyor.

Yaşantılarımızın sahip olduğu bu hız normal değil. Hızlı olarak güne daha çok şey sığdıramıyoruz, sadece günü daha hızlı yaşayıp daha hızlı geçmesine sebep oluyoruz, olan sadece bu.

Şiir: Umarsız, Eksik, Aciz…

Bir şeylerden geri bırakılmış bir çocuğum şimdi ben…
Dudağındaki kıvrım, acı bir tebessüme denk gelen
Umarsız
Arkasından bakıp, koşmaya cüret etmeyen…

Bir şeylerden geri bırakılmış bir çocuğum şimdi ben…
Boğazında yumru ile vuslatı bekleyen
Eksik
Parçası olduğu bütünü kendisine ekleyemeyen

Bir şeylerden geri bırakılmış bir çocuğum şimdi ben…
Yalnızlığını izaha takati yetmeyen
Aciz
İçinde çağlayan şiiri nihayete erdiremeyen

Elvada İnönü: Bir çocuğun babasına sarıldığıdır…

inönüBu statla ilgili hikayeler dinledik abilerimizden. “Sağ – sol kavgası ile sokaklar çalkanırken aynı renklere gönül vermiş bir devrimci ile bir ülkücü atılan gol sonrası birbine sarılıp sonra hemen kime sarıldıklarını fark edip ayrılırlardı..” gibi hikayeler. Benim hikayem bu kadar kitlesel değil, bir baba ile oğlu arasında. Bizi yetiştiren nesil “babanın yanında çocuk sevilmez” düsturu ile büyütülmüş, büyükleri yanında çocuklarını kucağına dahi almayan ve çocukları ile ilişkilerinde de belli bir mesafeyi hep korumuş (tercihen değilse bile görgü icabı) ve nerede ise çocuklarını onlar uyurken öpüp sevmiş bir nesildi. Bu nesilden bir baba ile bu babanın büyük oğlu birbirlerine sevgilerini dile getirmedikleri gibi sevgi temelli temasları sadece el öpmek ve sonrasındaki kucaklaşma ile sınırlamışlardı. Bu kucaklaşma bir sarılmaya meyl etse de ritüelin parçası olup kucaklaşma ile sınırlanmıştı.

Baba pek çok kere yaptığı gibi iki oğlunu alıp maça gitmişti, ki iddia ediyorum bunu söylemiş olmasa da en az maçı izlemek kadar orada çocukları ile birlikte olma fırsatı elde etmekten de memnundu. Beşiktaş İnönü stadı eski açığında maçı izleyen baba etkili bir Beşiktaş atağında öne doğru eğildi, sonra doğruldu, büyük oğlu da aynı heyecanda ayağa kalkmış ve tüm dikkatleri ile pozisyonu takip ederlerken golle birlikte birbirlerine “ancak bir babanın oğluna, bir oğulun babasına sarılabileceği kadar samimi ve içten” sarılmışlardı… küçük çocuk ise maçın başında atılmış konfetiyi (bir rulo şeklindeki ince, uzun ve renkli kağıt adı başka bir şey olabilir) yakalamış halen onu sarmakla meşgulken bu sahneye şahit olunca bunun bir anlamı olduğunu kavramıştı.

Şimdi o stat yıkılacakmış, yerine çok daha moderni yapılacakmış. Daha konforlu olacakmış. Seyirciler daha kolay girecek, daha kolay maç izleyecek, daha kolay çıkacakmış. Tuvaletleri daha temiz olacakmış, ofis gibi de kullanılabilecekmiş. Locaları olacakmış. Bokmuş, püsürmüş…

Olmasın efendim. Her yeri konforlu, lüks, modern hale getirmek zorunda mısınız? Her şeyin ruhunu söküp atıp yerine ruhsuz binalar inşa etmek zorunda mısınız? Ne var o statta da hiçbir zaman 50.000 kişi olmasın. O statın özelliği de temsil ettiği ruh olsun. Güçlendirin, restore edin, tuvaletlerini yenileyin ihtiyaç olan ne ise onu yapın… Ama yıkmayın. Bırakın orası da öyle kalsın.

Bırakın hatıralarımız yaşasın. Bırakın bir çocuk babasının hatırasını 15 günde bir de olsa, gözünü o tribüne, o gün oturduğu yere dikip, sigarasını nerede ise bir nefeste bitirecekmiş gibi çekip anabilsin. Çok mu şey istiyoruz? Hiç mi hakkımız yok?

Son maç 11 Mayıs’ta oynanacakmış. Şaka gibi bir tarih. O gün benim doğum günüm. O adam benim babam, o büyük çocuk benim abim, o hatıra benim hatıram…

Yıkmayın…

Balık mesaisi…

Esasen ben tatlı su balığıyım fakat her gün suyuma tuz katıyorlar. Uysallık ve sükunet ile tanımlı göllerden akıntı ve dalgalarla mücadele gerektiren okyanuslara açılmak benim harcım değil. Mesaisi boyunca sürekli “köpek balığı” taklidi yapmak zorunda olan bir süs balığı düşünsenize, yaşanan trajedi bazen komik dahi olabiliyor.

Beni, benden olmayan davranışlara zorlayan herkes bu komedinin senarist kadrosundadır.