Kökler…

Erik ağacının ucundan tutup dalını aşağı doğru çekiştirdi çocuk, babası elini tuttu, ancak tutabilecek kadar sıkı, hissedilmeyecek kadar gevşek… dünyanın en nazik eşyası nasıl tutulursa öyle tuttu…

… o eğdiğin dalın gövdesi bir fide idi, dedi. o fideyi deden getirdi, dedi. toprağın karnını yumuşakça açıp sıcak yatağına bebeğini yerleştiren anne gibi şefkatle koydu, dedi. yaz günlerinde suyunu taşıdı, dedi. dibini eşeledi, toprağını havalandırdı, dedi. önce gövdesi eğilmesin diye bir dayanak ile destekledi, gün geçtikçe güçlenen gövdesine bir dosta yaslanır gibi yaslandı, dedi. meyvesini ben görmesem de torunum yer, dedi. çocuk sükunetle dinledi, anladı, eğdiği daldan aldığı eriği yedi, babası ile göz göze geldi, babası elini tuttuğu halde orada değildi…

… kökü var o ağacın dedi, düşündüğünden daha derinde dedi, sen su vermesen de derindeki köklerinden beslenir dedi, kök salmasa gelişemez, yeterince beslenemez, serpilemez, büyüyemez dedi, toprağa sıkıca tutunamaz, rüzgarda savrulur dedi…. insan da böyledir dedi…

ağaç kökünü resimden gören çocuğa bu açıklama yetmedi… deden dedi, yediğin meyvenin ekenidir, senin için çaba sarf edendir, sana bir gelecek teşkil edendir dedi… köklerin dedene uzanmazsa bu meyveyi yiyemezsin dedi… gelişemezsin, büyüyemezsin dedi… ağaç da böyledir dedi…. çocuk anladım dedi, anladım… bir çocuk ne kadar anlayabilirse o kadar anladı…

Azman Zaman

Zaman bir ömür azmanı olarak dur durak bilmeden devam ederken koşuşturmasına, bizden “an”larımızı alıp devam etmektedir yolculuğuna…

“an”larımız ise sondan eklemeli dilimizde yeni bir kelimeye dönüşüp “anı”larımız olarak kaldırılmaktadır mazinin tozlu raflarına…

Sen aklıma gelmişsen…

Sen aklıma gelmişsen, hayatı yaşamaya değer kılan şeyleri düşünüyor olabilirim…

Sen aklıma gelmişsen, hüznün, derdin, gamın, yasın huzura erdiği bir anda olabilirim…

Sen aklıma gelmişsen, en stresli olduğum bir anda sonsuz huzurdan payıma bir paye düşmüş olabilir…

Sen aklıma gelmişsen, dertlere gark olunmuş bir gecenin sabahında kendimi en büyük rahatlıklarda bulmuş olabilirim…

Sen aklıma gelmişsen, seni aklıma getirecek birşey olmuştur. Hal ve şart ne olursa olsun, bu güzel bir şeydir. Olan şeydeki güzellik, kendisinden ziyade seni akla getirişindedir. Her ne ki güzeldir, seninle anılabilir. Her ne ki seninle anılmıştır, onda bir güzellik peydahlanmıştır.

tele takılan heves; uçurtma…

heves_fototakılmış kalmışım hayatın bir yerinde, elektrik tellerine kuyruğundan takılmış 3 renkli uçurtmam gibi…

gri gökyüzünde yalnız ve baş aşağı…
gözümün önünde bu sahne ile oturuyorum elimde kalan ise ancak ipin arta kalan kısmı…  birde uçurtmayla birlikte asılı kalan bir heves, elektrik tellerinde… daha doymamışım uçurtmanın mutluluğuna, heves ettiğim şeyin ancak arta kalanı elimde… oysa ki özenmiştim ben kuyruğunun kağıtlarını renkli kağıtlardan keserken… diğer çocuklar gibi gazete kağıdınından yapmamıştım… tek maksatım havada uçması değildi, ben güzel bir şeyi görmek istiyordum gökyüzünden süzülürken… o yüzden üç renkli idi… mavi, kırmızı ve beyaz… o altıgene en yakışan renkler bunlardı gibi gelmişti bana… kuyruğunu da renkli yapmıştım ve sık aralıklarla değildi kuyruğu… özellikle biraz aralık tutmuştum, çünkü eğer sık aralıklarla yaparsanız istediğiniz kadar uzun olmaz kuyruk. yada uzun olsa da ağır olduğu için uçurtmanız uçmaz.

herşeyine özenmiştim ben onun… nede güzel havalanmıştı ama? mesafeyi uzun bırakmıştım, rüzgarın en güzelini beklemiştim, hiç koşmama gerek kalmamıştı. şaha kalmış bir at gibi, rüzgarın sırtına binmiş ve pır pır sesleriyle zıpkından fırlamış ok gibi çıkmıştı gökyüzüne… asil bir atın baş sallaması gibi hareketlerle ipi salmamı istiyordu. rüzgar dolan göğsüne bağlı olan ipi daha da salmam için beni zorluyordu. hayranlıkla izliyordum onu. ona hükmediyor musum gibi bir his olmadı hiç içimde. ipini tutan ben olsamda sanki istese uçmayı bırakırmış gibi geliyordu. ama ben onu seviyordum, o da bunun farkında idi. yada bunların hiçbiri gerçek değildi. tamamen fizik kanunları işliyordu. ama ben hiçbir kanunun bana emredemeceği bir duyguyu yaşıyordum.

uçan üç renkli uçurtmam mıydı? üç renkli uçurtmamla göğe yükselen ruhum mu?

yüksek gerilim tellerine takıldığında hissetiğim acı, bana uçanın çıta ve kağıttan ibaret bir takım eşyalar değilde, o eşyaya bürünmüş ruhum olduğunu söylüyordu. yoksa hiç o kadar acır mıydı bir çıta, yada bir kağıt parçası?..

not: üç çıtayı çivi ile tutturmuş, çıtanın uçlarında gergince ipi geçirmiş, bu altıgenı kağıt ile kaplamış, kağıtları küçükce kesmis ve kuyruk yapmış, sonra bu uçurtmayı göğe salıp, daha sonra herhangi bir sebeple ondan mahrum kalmış tüm çocukların heveslerine itafen yazılmıştır.

“İLAH” mahvedebilecek bir “SİLAH”: İNKAR…

İman, inkar ile başlar.

La ilahe (ilah yoktur) diye başlarız, ilah ilan edilen herşeyi red ve inkar ederiz, sonra illallah (Allah’tan başka) deriz ve Allah’ı ilah ediniriz. İnkar edilen ilahlar denilince (detay için bkz: Tağut) akla direkt put vs gelse de günümüzün ilahları daha masum görünümlüdür.

PARA: Kimse evinin bir köşesine para koyup önünde secde etmez ve fakat hayatına baktığınızda “para kazanmayı” amaç edinmiş ve bu yöndeki tüm yapılanları mübah görmeye başlamışsa, kucağında inkar edilecek nur topu gibi bir ilahı var demektir.

KARİYER / MAKAM / MEVKİ: Bu kavramı kendini değerli hissetmek için tek yol gören, sahip olduğu mevki / makam kadar değer bulduğuna inanan ve karşısındakine mevkisi / makamı kadar değer veren dolayısı ile Kariyer / Mevki / Makamı amaç gören, ulaşılması gereken esas olarak görenin “kariyer planı” dediği şey, esasen tam da itiraf edemediği ilahıdır.

EĞLENCE / HAZ: Hayatının her anını “eğlenerek” geçirmesi gerektiğine mutlak bir inançla bağlı kimse için hayat, ancak her anından haz alınarak kutsanacak bir zaman dilimidir. Bu amaç için kırıcı olabilir, rencide edebilir, yasak / günahı yok sayabilir, vs.. vs.. bu yolun sonunda ise, “duyulacak haz” sınırsız “yaşanabilecek haz” sınırlı olduğu için öyle yada böyle mutsuzluk vardır. Bu ilah red olunmadıkça beklentiler ile yaşananlar arasındaki açıklık kapanamaz.

Hayatınızı zorlaştıran, sizi sıkıntıya sokan bir ilahınız varsa, o ilahı tam alnının ortasından haklayacak bir silahınız var, İNKAR!

Ama önce inkar edecek bir ilaha sahip olduğunuzu itiraf etmelisiniz…

aşk da; “iki”den bir iyidir, “bir”den iki değil…

Genç adam karşısındaki kızın eline ufak bir kağıt parçası tutuşturdu.Kız, açmaya yeltendi. Genç adam “yapma” anlamına gelecek bir el hareketi ile kızı durdurdu. Kız, “tamam” anlamında başı hafifçe eğdi.

Sabit bir tonla ve vurgusuz bir şekilde konuşmaya başladı genç adam;
– Bugüne kadar onlarca müze gezdik, dolandık durduk sessizce müzelerin içerisinde, oysa ki büyük çoğunluğunda sergilenen eserler ilgimi bile çekmiyordu.
– Peki neden gezdik o halde?
– Sen sıkılıp “istemiyorum” diyesin diye, ama hiç demedin…

Hayret vardı kızın yüzünde ama bir şey demedi…
– Serin ve hatta soğuk denecek günlerde sokaklarda dolaştık, çay bahçelerinde çaylar içtik.  İçim üşüyordu oysa ki.
– Peki neden kapalı bir yerlerde oturmadık?
– Sen üşüyüp “istemiyorum” diyesin diye, ama hiç demedin…

Hayret arttı kızın yüzünde ama bir şey demedi…
– Hep büfelerden bir şeyler atıştırdık, hep aynı yerlerde dolaştık, aynı şeyleri tekrar ettik durduk.
– Peki ama neden farklı şeyler yapmayı, farklı yerlere gitmeyi teklif etmedin?
– Sen “istemiyorum” diyesin diye, ama hiç demedin…

Kızın yüzündeki artık hayret değildi, acı bir tebessümün son demi idi, tebessüm yüzünden silinmiş acı ise yer etmişti ama bir şey demedi…
-Ben ne istersem onu yapıyorduk, başta hoşuma gitmişti. İçimde büyüyen sevgi beni aşıyor seni de sarıyordu fark ediyordum, belki de sana “benim istediğim her şeyi yaptıran şey” bu sevgi idi. Belki de bu sonda benim de katkım vardı. Ama bugün durduğumuz bu yerde sen ve ben karşı karşıya değiliz, belki daha da iyisi yan yana olabilirdik ama bunlardan birisinin olması için iki kişi gerekirken biz seninle “bir kişi” olduk. Ben ve aynadaki görüntüm karşı karşıyayız sanki. Belki de bu aşkın en olgun halidir diye düşünebilirdim ama bunun için “iki”den bir’e düşmeli idik, “bir” kişiden iki tane olmamalı idik…

– Yani?
– Yanisi, bitti! Ötesine gitmemeliyiz. Burada bitirmeliyiz!
–  Peki ama benden ne yapmamı istiyorsun! dedi kız, sesinde nerede ise sitem dahi yoktu.

Genç adam yürümeye devam etti
-Ne yapmamı istiyorsun!!! diye tekrar sordu kız, üzüntüsü sesini sarıyordu ve haykıracak gibi oluyordu ama sevgisi sesinin tonunu yumuşatıyordu.

Genç adam yürümeye devam etti.
-Ne yap-ma-mı is-ti-yor-sun!!! diye haykırmaya hazırlanmışken genç kız artık bu ilişkinin bittiğine emin di, tam o esnada genç adam ümitsizce son bir cümle etti;
-Elindeki kağıda bak…

Kız kağıdı açtı ve okudu; “ayrılmak İSTEMİYORUM de!”

“Büyük adımı” çocuklar

sabahın erken saatlerinde sokaklarda görürsünüz onları, adımları bir çocuğunkinden daha büyüktür…
“büyük adımlı”dırlar yada “büyük adımı” atarlar, nasıl söylediğiniz fark etmez… işe yetişmek için koşturan anneleri ellerinden çekiştirdikçe adımları büyür, büyür, büyüür…
bir çocuğun adımından büyük adım atan bu çocuklar,
bir çocuğun kalkması gerekenden daha erken kalkarlar…daha erken kalkmak için daha erken yatarlar…
bir çocuğun yürüdüğünden daha çok yürürler… yürürken uykuludurlar…
bir çocuğun yaşadığından daha çok ayrılık yaşarlar… her sabah bakıcı, anneanne, babaanne, teyze vs ‘ye bırakılırken annelerinin ardından bakakalırlar…
bir çocuğun beklemesi gerekenden daha çok beklerler…
ayrılırken ağlayanlar bir çocuğun ağlaması gerekenden çok ağlarlar… daha acısı ayrılırken ağlamayanlardır… çocuktur, annesi tarafından bırakılmıştır ve annesinin ardından ağlamamıştır…
bir çocuğun düşünmesi gerekenden daha çok düşünürler…
bir çocuğun geliştirmesi gerekenden daha fazla korunma hissi geliştirirler…
bir çocuğun yaşaması gerekenden daha çok ayrılık yaşadıkları için, olması gerekenden fazla terk edilme korkusu yaşarlar…
çocukluk bir süreçtir, geçilmesi gereken bir mesafedir. eğer çocuk adımı ile geçilirse olması gerektiği kadar yaşanır ama büyük adımı çocuklar bu mesafeyi çocuk adımı değil de büyük adımı ile geçtikleri için çocuklukları kısadır ve erken büyürler…
“büyük adımı” çocukların adımlarını çocuk adımı olmaktan çıkaran şey, çalışan annelere sahip olmalarıdır…
büyük adımı çocukların anneleri, evlerine giren gelir ile geçinemedikleri için çalışıyor olabilir… bu durumda anne olan biteni anladıkça hüzne gark olur, lanet ederek gittiği işinde nefretle vakit geçirir ve evine koşarak gelir…
ve yahut bu annelerden bir kısmı “kariyeri” için bunu yapıyor olabilir… büyük adımı bir çocuk olmanın kötü bir şey olduğunu düşünebilir fakat yaptığının farkında olmayabilir… öyle olsa da bıraktığı hasar vakıa’dır ve büyük adımı çocuk olaylara tepkilerini nedenlerine göre değil sonuçlarına göre vermektedir… adımları büyük olsa da kendisi küçüktür…
bir ihtimal daha kaldı onu ise anmaya değmez… bir insanın hayatını kariyerine adaması anlaşılabilir olarak değerlendirilebilir fakat bir insanın çocuğunun hayatını kendi kariyerine adaması anlaşılabilir bir şey değildir…

sonra? sonrası fena…
çocukluk mesafesini büyük adımı geçen çocuklar erken büyüyüp çocukken büyük gibi davrandıkları için büyüdüklerinde ne yapacaklarını tam olarak bilemeyip çocuk gibi davranırlar…
bu halleri ile sorumsuz,
bu halleri ile umarsız,
bu halleri ile “adam olamamış”,
bu halleri ile işe yaramaz vb sıfatlarla değerlendirilebilirler…

hak etmişler midir?

kendisi büyük adımı çocukluk yaşamış ve çocuklarına büyük adımı çocukluk yaşatan birisi olarak ben cevap veremiyorum.
sadece buna sebep olan bir de halihazırda bu işleri normalize eden bir dünya düzeni var ya (modern hayat da diyorlar o lanete) işte onun taaa ….. diyebiliyorum.

5 duyu ile sevmek seni…

Güzel bir müziğin havada uçuşup kulaklarını bulması, oradan kalbinin derinliklerindeki senin dahi bilmediğin güzellikleri coşturması gibidir seni sevmek…

Kapatıp gözlerini dağlardan gelen ferahlatıcı meltemi göğsünde hissetmek, kekik kokusunu yerden kaldırıp burnunun deliklerine vardıran o yumuşak rüzgara zihnini teslim edip hoş bir rüyaya dalmak gibidir seni sevmek…

Bir sahil kasabasında, deniz kenarında, bir zeytin ağacının gölgesindeki serinliğe sığınmış ve baktığın manzaranın verdiği dinginliği görüp, ruhunu dinlendirmek gibidir seni sevmek…

Kavurucu güneşin sıcaklığından yuva bildiği evine dönen kimsenin sukunet ve letafet yayan bu sığınağında, hararetini alması için başvurdurduğu, meyvelerin en taze halinden damıtılmış ve imal edildiği toprağın serinliği kendinden mündemiç testiden doldurulduğu bardağın dış yüzeyinde damlacıklar oluşturan şerbetin ağızda bıraktığı tarifsiz lezzeti duymak gibidir seni sevmek…

Tüm kirlerden ve kirlenmişliklerden uzak, yeni doğmuş ve tertemiz olanın kendisi olan o gün yüzlü, hoş kokulu bebeğin pürüzsüz tenine dokunmak gibidir seni sevmek…

Duymak, koklamak, görmek, tatmak ve dokunmaktan ibaret tüm duygularının herbiri ile alabileceğin tüm hazların ötesinde, ruhunu sarabilecek ve ruhunun sarılabileceği, güç almak için dayanabileceği ve güç vermek için zor olan herşeye dayanabileceğin ve “feda edilebilecek” herşeyi “feda edebilecek” kadar gözü kara olmak gibidir seni sevmek…

Ümit Karaduman

“düştümse eğer,

sana bakarken düştüm”

Cahit Zarifoğlu / Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler şiirinden